Home / Kampüsten Haberler / 2025 Mart Eylemleri Üzerine: Tahayyül ile Gerçek Arasındaki Hat

2025 Mart Eylemleri Üzerine: Tahayyül ile Gerçek Arasındaki Hat

2025’in Mart ayı, Türkiye üniversitelerinin hafızasına yalnızca birer protesto başlığı olarak değil, siyasetin yönünü değiştiren bir toplumsal eşik olarak kaydoldu. Üniversiteler, bir süredir bastırılan ya da bastırıldığı zannedilen toplumsal öfkenin kristalleştiği merkezler haline geldi. Belki uzun süredir dile getirilen “kampüsten sokağa” fikri, bu kadar somut biçimde hiç ete kemiğe bürünmemişti. Şimdi bu fikrin gövdesi oluşuyor.

Üniversite; sınıfsal farklılar ve toplumsal eşitsizlikleri deneyimleyen, devletin ideolojik aygıtlarıyla doğrudan temas eden, gündelik yaşamda baskıyı doğrudan hisseden gençliğin mekânı. Ancak son eylemler gösterdi ki, artık yalnızca gözleyen değil; müdahale eden, yön veren, dönüştüren bir kuvvete evrilmiş durumda. Bu dönüşüm, kampüsle sınırlı kalmadı. Beyazıt’ın taş zemininden Saraçhane’nin meydanına, oradan da daha geniş toplumsal bir zemine uzandı. Her barikatta, her gözaltında, her forumda bu geçişin izleri vardı.

Bir şeyin kırıldığı açık: Uzun süredir Saray faşizminin dayattığı ikili siyasetin—ya teslimiyet ya da kontrollü muhalefet—dışında bir çizgi kendine alan açtı. Bu çizgi, kurumsal siyasetin sınırlarını zorlayarak, düzen içi çözüm beklentilerinin ne kadar kırılgan olduğunu ortaya serdi. Seçimlerin askıya alındığı, kayyum uygulamalarının sürdüğü bir dönemde gençlik, fiili bir yurttaşlık savunusunu üniversitenin çeperlerinde değil, kentin kalbinde örmeye başladı. Bu, siyasetin yalnızca formel değil; aynı zamanda maddi bir güç ilişkisi meselesi olduğunun ilanıydı.

Ancak mesele yalnızca demokrasi meselesi değil. Bugün üniversite öğrencisi olmak, yalnızca bir siyasi iklimle mücadele değil; aynı zamanda bir ekonomik felaketle yaşamaya çalışmak demek. Her şey pahalı, her şey erişilmez, her şey yoksullaştırıcı. Birçok üniversitelinin günlük politik refleksi artık yalnızca fikirle değil; karınla, geçimle, hayatta kalmakla belirleniyor.

Bu noktada ezilenlerin ortak mücadelesi daha da görünür hale geliyor. Anadilinde eğitim alamayan Kürt öğrenciyle, barınma hakkına ulaşamayan göçmen genç; üniversitede sürekli kriminalize edilen LGBTİQ+’yla, dini kimliği nedeniyle dışlananlar arasında tarihsel bir bağ oluşuyor. Bu bağ, ortak bir kurtuluş talebini doğuruyor. Kampüste yankılanan her slogan, yalnızca üniversiteyle sınırlı değil; evde işsiz oturan bir babanın, sokakta tacize uğrayan bir kadının, gece vakti sebepsiz GBT’ye maruz kalan bir gencin hikâyesini de taşıyor.

Üniversite bugün, yalnızca bilgi üretilen değil; siyasal öznenin de mayalandığı bir yer. Eylemlerde oluşan kolektif bilinç, sadece bir öfkenin sonucu değil. Aynı zamanda bir gelecek tasavvurunun işareti. Bu tasavvurda yerel seçimler yalnızca taktiksel hamleler değil; kentlerin kimliğini yeniden tarif etme çabası olarak okunuyor. Büyükşehirlerde sokaklar yeniden siyasetin ana sahnesine dönüyor. Ancak bu sahnede yer bulmak, yalnızca fiziksel olarak orada olmakla mümkün değil. Kampüslerde üretilen sözün sokağa taşınması, yalnızca bir iletişim biçimi değil; bir stratejik yönelim meselesi.

Bu yönelimde üniversite hareketinin özgül ağırlığı yeniden belirleyici hale gelmiş durumda. Bugünün öğrencisi, artık yalnızca öğrenmeyen ya da eyleyen değil. Aynı zamanda sarsılan bir ülke tahayyülünün yeniden kurucu öznesi. Toplumsal adaletsizliği yalnızca gözlemleyen değil, ona karşı pozisyon alan, kendi hayatındaki eşitsizlikleri politikleştirebilen, kendi yalnızlığından kolektif bir irade çıkarabilen bir özne. Fakat bu tablo tümüyle parlak değil. Alanlar, solun tarihsel kodlarını taşıyan, kültürel üretimini besleyen, toplumsal tahayyülünü görünür kılan biçimlerden büyük ölçüde arınmış durumda. Sloganlar sert, ama çoğu zaman hedefi dağınık. Gençliğin enerjisi yüksek, ama tam anlamıyla örgütlü kolektif irade eksik. Sosyal medyada kendine yer bulan nihilizm, kolektif eylemin öznesini bulanıklaştırıyor. Özellikle örgütlü kitleye yönelen baskılar, hem güvenlik hem de yön bulma krizini derinleştiriyor. Bu noktada üniversite hareketi, yalnızca sokağa çıkmakla değil; oraya yön vermekle, siyasal anlamı yeniden üretmekle de görevli.

Bugün Türkiye’de üniversite hareketi, iki temel işlevi birleştirme imkânına sahip: Birincisi, rejimin hegemonik krizine müdahale eden, onu yarılmaya zorlayan bir direnişin motoru olmak. İkincisi, bu direnişi yalıtılmış bir isyan olmaktan çıkarıp, toplumsal dönüşümün örgütlü bir kuvvetine çevirmek. Bu iki işlev, yalnızca aynı anda yürütülebilir ise anlam kazanır.

O yüzden soruyu net sormalı: Üniversite yalnızca isyanın mekânı mı olacak, yoksa geleceği kuran eylemin zeminine mi dönüşecek? Bu sorunun cevabı, yalnızca üniversiteliye değil; toplumsal mücadelede yön arayan herkese temas ediyor. Bu yazı, cevabı tek bir kişi ya da kurumdan beklemiyor. Ancak cevabın neye benzediğine dair güçlü bir öneri sunuyor: Sözün, öfkenin, eylemin ve umudun üniversitede mayalandığı, ama orada hapsolmadığı bir hatta ilerlemek. Bu hat, yalnızca kampüsle kent arasındaki sınırı değil; aynı zamanda tahayyül ile gerçek arasındaki boşluğu da ortadan kaldırabilir.

Etiketlendi:

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir