Öğrenci Faaliyeti Çevirileri | İtalyan İşçiciliği Üzerine – Riccardo Bellofiore & Massimiliano Tomba
Bu metin Steve Wright’ın İtalyan işçiliği üzerine yazdığı kitabın (Storming Heaven) İtalyanca baskısına sonsöz olarak yayınlanmış, ayrıca Beşinci Tarihsel Materyalizm Yıllık Konferansı “Birçok Marksizm “de (7-9 Kasım 2008) sunulmuştur. İngilizce çevirisi ise Steve Wright tarafından yapılmıştır.
Yeni milenyum, operaismoya olan ilginin yeniden canlanmasına tanıklık etti. Sadece tarihçeler değil, aynı zamanda bazı klasik metinler de yeniden yayımlandı. Bu metinleri yakın zamana kadar bulmak imkânsızdı, çünkü ya baskıları çoktan tükenmişti ya da yetmişli yılların sonunda imha edilmek üzere gönderilmişlerdi. İmparatorluk 2000 yılında, Kasım 1999’da Seattle’da DTÖ’ye yapılan kitlesel meydan okumanın ardından Eylül 2000’de Melbourne’da WEF zirvesinin, aynı ay Prag’da Dünya Bankası’nın ve ardından 2001’de Cenova’da G8 karşı zirvesinin engellenmesinin üzerinden çok geçmeden yayınlandı. Doksanlı yıllar boyunca da gıda fiyatlarındaki artışa ve IMF’nin ezici gücüne karşı ayaklanmalar oldu.
Bunlar sembolik güce sahip olan olaylardan sadece bazıları. Hiçbiri kendinden öncekinin basit bir tekrarı değildi ve her biri siyasi yenilik biçimlerini denedi. Yeni bir nesil, kapitalist küreselleşmenin dinamikleriyle, işin gündelikleşmesiyle, hem eski hem de yeni ekonominin başkalaşımlarıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Bu nedenle hem siyasi analiz hem de müdahale için yeni biçimler aramaya itildiler. Bu ihtiyaçtan yola çıkan bazı genç militanlar operaismo’yu keşfetti. Steve Wright’ın İtalyan operaismo tarihi de bu perspektiften okunmalıdır. Dünyanın öbür ucunda yaşayan bir akademisyenin Avrupa’da yazdığı bir eser ve belki de bu nedenle, hiç de antika olmayan bir konu üzerine yazılmış en iyi çalışma.
Sergio Bologna, İtalya’da altmışlı yılların ‘fordist’ tarihsel bağlamıyla bağlantılı olan operaismo’nun, o dönemin entelektüelleri ile genç kuşaklar arasında köprü kuran kuşağın teorik çalışmaları olmasaydı, Primo Moroni gibi yoldaşların bu deneyimleri aktarma ve bulaştırma çalışmaları olmasaydı, sözde ‘post-fordizm’in dinamiklerini okuma girişimi olmasaydı asla yeniden keşfedilemeyeceğini söylerken haklıydı. Gerçekten de, operaismo hakkında muhtemelen en büyüleyici olan şey, herhangi bir yenilgi havasını reddetmesi ve toplumsal dinamikleri siyasi öznellikler ve sınıf isyanları açısından okuma yeteneğidir. Bu, geçmişte olduğu gibi bugün de bakış açısında bir dizi tersine dönüş üretmeye çalışan, yeni siyasi analiz ve eylem olasılıkları açabilen özgün bir ‘tavır’dır.
Mario Tronti, ‘Lenin İngiltere’de’ kitabında işçilerin pasifliğini, sendikalarla işbirliği yapmamasını, sendiklara mesafeli durmasını ve onları reddetmesini ‘örgütlü pasiflik’, ‘planlı işbirliksizlik’, ‘polemik amaçlı mesafelilik’ ve ‘siyasi reddediş’ olarak okuduğunda, bir yandan yeni işçi sınıfı davranışlarını okumak için yeni mercekler hazırlıyor, diğer yandan da güçlü bir edimsel değerin damgasını vurduğu yeni okuma biçimleri arıyordu. Tronti gerçekliğin nesnel bir okumasını değil, bu gerçeklik üzerindeki etkilerini üretme niyetindeydi. Nesnel bir tarih yazımının yanılsamaları, Marx tarafından belki de en parlak metni olan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde yıkılmıştı – gerçekliğin fotoğrafını çekmeyi değil, yeni bir gerçeklik üretmeyi amaçlayan, işçilerin bakış açısından bir tarih yazımı örneği.
Operaismo’nun tarih yazımı çalışmalarının birçoğu yeniden yayınlanmayı ve dikkatle yeniden okunmayı hak ediyor. Steve Wright, kitabının “Tronti Almanya’da” başlıklı bölümünde Sergio Bologna’nın Alman konsey hareketi üzerine makalesi, Ferruccio Gambino’nun Britanya’daki işçi mücadelelerini yeniden kurgulaması, Karl Heinz Roth’un Öteki İşçi Hareketi kitabı ve Gisela Bock’un IWW üzerine yazıları gibi önemli çalışmalardan bahsetmektedir. Wright’ın kitabı, mücadelelere bağlı yeni bir militan tarih geliştirmeye çalışan Primo Maggio dergisiyle yetmişli yıllara kadar devam edecek olan bu tarihyazımsal yeniliğin önemini kavrayan az sayıdaki çalışmadan biridir. Tarih ve hafıza arasındaki ilişkiyi merkeze yerleştiren Primo Maggio, Negri’nin seksenlerin başındaki yazılarında kutladığı hafızanın reddine karşı proleter hafızaya vurgu yaparken, sonraki yıllarda tarihyazımsal revizyonizme karşı verilecek mücadeleyi öngörüyordu.
Altmışlı yıllarda Tronti, ihtişamıyla olduğu kadar sınırlarıyla da işçici tersine çevirme ‘jest’inin temellerini attı: devam eden süreçlerde ve verili durumda partizan bir okumanın – aynı zamanda partizan bir müdahalenin – gerekliliğini ortaya koydu. Aynı dönemde Romano Alquati ‘ortak araştırma’ metodolojisini geliştirdi ve sınıf kompozisyonu yani, belirli emek-gücü figürleri belirli üretim süreçlerine dahil edildiğinde ortaya çıkan davranış biçimleri söylemini dile getirdi. Bu unsur özellikle önemli hale gelecek ve tüm operaistler sınıf kompozisyonuna birincil önem atfetmese de Steve Wright bunu işçicilik tarihinin kırmızı ipliği haline getirecektir. Sınıf kompozisyonunun analizi ve ortak araştırma, entelektüeller ve işçiler arasında işbirliği kurmayı amaçlayan işçici bir ‘sorgulama’ yürütme tarzının temel bileşenleri arasındaydı ve Porto Marghera’daki Comitati operai’de görüldüğü gibi, Mestre’de eski önemli figürlerle birlikte yakın zamanda düzenlenen bir konferansta tartışılan bir deneyim olarak, bazen etkisini sürdürebiliyordu.
Ancak İtalyan işçiciliğinin tarihi, altmışlı ve yetmişli yılların, Steve Wright’ın anlatımının yoğunlaştığı on yıllar, ‘ideolojik’ operaismo’su öyle görünse bile, doğrusal bir şekilde gelişen yekpare bir blok değildi. İşçiciliğin gelişimi, çok basit bir nedenden ötürü takip edilmeye değerdir. Belirli bir kuşak için operaismo kaçınılmaz bir referans noktasıydı, bundan da öte, belirli yönlere ilişkin anlaşmazlıklar ne olursa olsun, gerçek, kaçınılmaz bir mirastı. Aynı zamanda, son otuz yılın çeşitli ‘post-operaista’ soylarına hayat veren, takip eden dallar, kökenlerinden kolayca ayrılamaz ve birbirini izleyen sınırları, tam olarak kaynaklandıkları işçiciliğin çelişkilerine dayanır.
Operaista panteonunun klasik figürlerini, Mario Tronti ve Toni Negri (aynı zamanda, en azından kısmen, Wright’ın da incelediği Raniero Panzieri, Classe Operaia’dan ayrıldıktan sonra Quaderni Rossi’nin tarihine değinmiyor), incelersek, işçiciliğin şüphesiz bazı güçlü noktalarını tespit etmek zor değildir. İlki, geleneksel İtalyan solunda, özellikle de İtalyan Komünist Partisi’nde (PCI), bazı önemli iç muhalifler hariç, bir ülser oluşturan ve onu; ‘ekonomik mucize’ de dahil olmak üzere, ülkenin canlı kapitalist büyümesini kavramaktan aciz bırakan ‘durgunlukçuluktan’ kopuştur. Ekonomik, ama aynı zamanda sosyal, gerçekliğin ‘geri’ olmayan doğasına yönelik dikkatin yanı sıra, zengin bir teorik yenilik de vardı: Tronti’nin Marx okumasıyla yeniden keşfettiği emek-gücü/işçi sınıfı ikiliğinin kuramsallaştırılması. Sonuç olarak operaismo, ekonomist ve pasifleştirilmiş işçi tasavvuruyla İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’in kabul görmüş geleneğinin önemli bir kısmından kopmuştur. Bunun da ötesinde, Tronti yeni bir kriz teorisinin, bazı açılardan bir çöküş teorisi, yolunu açtı: Doğrudan sermaye-emek ilişkisine dayanan ‘sosyal’ bir kriz, çeşitli ve birbiriyle rekabet halindeki mekanik kriz tasavvurlarından, orantısızlıktan eksik tüketime, kâr oranının düşme eğilimine kadar, yıllarca uzağa ışık tuttu.
Tronti, pek çok açıdan altmışlı yılların operaismo’sunun merkezi, tek olmasa da, figürüydü ve Steve Wright’ın yaptığı gibi Panzieri ile Negri arasında bir süreklilik/kopuş ilişkisi içinde konumlandırılması gerekiyordu. Panzieri’ye gelince, burada onun Quaderni Rossi deneyimi içindeki yansımalarının üç yönünün altını çizmek yeterlidir. Her şeyden önce, üretici güçlerin ve makinelerin tarafsız olmadığına yapılan güçlü vurgu; sadece orijinal değil, aynı zamanda özgürleştirici bir sezgi. İkinci olarak, ‘sermayenin planı’ kategorisinin icadı; yani ‘toplam sermayenin’ hem ekonomiyi hem de toplumu bir bütün olarak planlayabildiği fikri. Bu kategori ne kadar sorunlu olursa olsun, Panzieri haklı olarak, indirgemeci bir şekilde üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyeti ve planlamanın toplamı olarak anlaşılan geleneksel sol sosyalizm vizyonuna ölümcül bir darbe indirmiştir. Son olarak, ‘araştırma’ yöntemi; işçilerin gerçekliğinin bilgisi, sermaye analizinden bağımsız olarak bilişsel bir yöntem, aynı zamanda siyasi müdahale ve mücadele, gerektiriyordu.
Panzieri’ye göre sermayenin sınırı ‘nesnelci’ değildir, olsa olsa emekte yatmaktadır. Bununla birlikte, sermayenin bütünleşik bir parçası olarak değil, mücadelelerde politik içerikler üretme kapasitesine sahip olduğu ölçüdedir. Genel olarak, Panzieri’den yola çıkarak ondan kopan Tronti’nin hareket noktası burasıdır, özellikle ‘Operai e capitale’yi düşünüyoruz. Tronti’ye göre iki tür marksizm vardır: sermaye bilimi olarak marksizm ve devrim olarak marksizm. Bilim olarak Marksizm, işçileri ’emek gücü’ olarak görür. Bu, emeğin sermayenin bakış açısından görüldüğü ve sermayeye tamamen entegre edildiği bir ekonomik kalkınma teorisidir. Buna karşın, devrim olarak Marksizm, işçileri ‘işçi sınıfı’ olarak, aktif ve dolayısıyla politik olarak sermaye tarafından içerilmeyi reddeden emek olarak görür.
Burada, bu tezin daha sonra Negri’ye özgü bir zorlamasının uzak kökenini bulabiliriz. Marx’ın değer teorisini politik olarak okuyan Tronti, operaismo’yu ayırt eden tersine çevirme ruhuyla, emek gücünü önce, sermayeyi sonra ortaya koymak istedi. Buradan, sermayenin yalnızca emek gücü tarafından koşullandırılmadığı, aynı zamanda ikincisinin üretimden önce bile değerin ölçüsünü oluşturduğu sonucu çıkıyordu. Bu, sermayenin bireysel işçiyle değil, işçi sınıfıyla ve dolayısıyla kapitalist ilişkiyi önceleyen, kışkırtan ve üreten sınıf çatışmasıyla karşı karşıya kaldığı ücret ilişkisinde meydana geldi. Eğer bu, Tronti’de bir tür politik değer ölçüsüne yol açıyorsa, kesin tasfiyesi bundan sonra, her insan faaliyetinin ve faaliyetsizliğinin, değer üretken olduğu iddiasında verilecektir. Emek, varsayılan bağımsız ontolojik gerçekliği içinde, ‘doğal olarak’ antagonistik, sermayeye dahil edilmeden önce dolaylı ve özünde değer üretken olarak hipostazlaştırılacaktır. Ve sermaye, giderek artan bir şekilde kendi kendine telkinle yaşayan, yalnızca tepkisel bir gerçekliğe indirgenecektir. Burada, sadece sınıfın siyasi bileşimi teknik bileşiminden önce gelmekle ve onu belirlemekle kalmaz, aynı zamanda sermayenin gücü de giderek saf ‘komuta’dan başka bir şeye indirgenmez. Bu süreçte “nesnelliğin”, Marx’ın “fetiş karakteri”, her özelliğini yitirir; öyle ki antagonizmaya verilen kapitalist yanıt, emeği, maddi ve siyasi olarak, basitçe birleştirir ve homojenleştirir; o zamanlar “kitlesel işçi” (daha sonra “operaio sociale”, cyborg vb.) soyut figüründe basitleştirilir, sermayenin sonunda bizim için çalıştığı yanılsamasıyla (zamanla trajediden maskaralığa dönüşecek bir hata). Edimsel eylem hala varlığını sürdürmektedir, ancak artık söylemler üzerine söylemler, zorlama söylemler üzerine zorlama söylemler inşa etmenin post-modern yoluna giderek daha fazla benzemektedir.
Ancak ‘İmparatorluk’un yazarına dönmeden önce, Tronti’nin çerçevesinin hem operaismo hem de post-işçiciliği derinden etkileyecek, en az bir diğer önemli noktasını hatırlamak gerekir. ‘Operai e capitale’nin yazarına göre, işçilerin emek gücü boyutundan çıkıp işçi sınıfı boyutuna girdiği antagonizma; üretkenliği aşan artışlar talep edildiğinde ‘ücret üzerindeki mücadelelerde’ ve doğrudan üretim içinde ’emeğin reddedilmesinde’ somutlaşır. Mücadelenin bu iki boyutunun yokluğunda, emek yalnızca değişken sermayeye indirgenir. Steve Wright’ın kitabı, sınıf çatışmasının bu ‘ücretçi’ versiyonunun, tipik operaismo, zaman içinde çözüldüğü bağlantıları tanımlamak açısından çok değerlidir. Açıkçası, burada tartışılan operaismo, yetmişli yılların ortalarına kadar Negri’nin kendisinden daha az olmamak üzere, işçileri, emek gücü boyutuna indirgenemez, her zaman yalnızca antagonizmaları doğrudan yıkıcı olduğu ölçüde mücadele eden özneler olarak kabul eder. Sermayenin ücret konusundaki mücadelelere ya da işyerindeki antagonizmaya verdiği yanıt, kapitalist gelişmenin kendisinden daha az değildir. Bu, basitçe kapitalist durumu fabrikadan topluma genelleştirir, işçi sınıfını güçlendirir ve iki sınıf arasındaki devrimci yüzleşmeyi radikalleştirir. Bu kriz içindeki mücadeleler gelişmeye dönüşür ve bu da sermayenin sürekli antagonistik üstesinden gelmesine dönüşür.
Tronti, sınıf mücadelesini parti ve siyasetin aracılığını sıçratacak bir ücret mücadelesine indirgemekten hızla geri çekildi. ‘Contropiano’ dergisi, 1967’de yayınlanmaya başladı ve Tronti İtalyan Komünist Partisi (PCI) saflarına geri döndü, ancak vurguyu neredeyse sadece ücret mücadeleleri üzerinde tuttu. ‘İdeolojik’ operaismo’nun tipik sıralaması, sermaye içinde ve sermayeye karşı antagonizma / kapitalist gelişmede sıçramalar / ‘yeniden birleştirme, yeniden sorunsallaştırıldı, ancak işçi mücadelelerinden kapitalist gelişmeye geçiş, artık otomatik olarak verilmiyordu. İşçiler ve sermaye arasındaki siyasetlerin, daha doğrusu Siyasetin, alanı açıldı. İşçi mücadelelerinin ardından kapitalist gelişmenin üretilmesi, yukarıdan müdahale gerektiriyordu; kendiliğinden değildi, ‘işçi partisi’ tarafından sermayeye dayatılması gerekiyordu. Bu, taktiklerin ve partinin zamanıdır. Eğer ufukta ‘politik olanın özerkliği’ görülebiliyorsa, altmışlı yılların sonunda ‘bağımsız değişken’ olarak ücret, Napoleoni’nin Rivista Trimestrale’deki düşüncelerinden çok da farklı olmayan şekillerde düşünülmüştür. Her iki durumda da bölüşüm üzerindeki çatışma, siyaset ve devlet alanına keyfi ve temelsiz bir müdahaleye açılır ve bunun aracı haline gelir; mücadelelerin asalağı olan, kaçınılmaz olarak kendini ayırması gereken ve onların tabiiyetini talep eden bir alan.
Aynı gövdeden ama farklı bir yoldan ilerleyen Toni Negri, Marx’ın kriz teorisinin kendi tarzında parlak olan özgün bir gelişimini önermektedir. Orantısızlık ve aşırı üretimin her ikisi de, dengeyi mümkün kılan ve er ya da geç kriz olarak patlayan değişim oranları içinde sürekli çalkantıları zorunlu olarak belirleyen değerlenme koşullarındaki değişikliklere bağlıdır: bu, on dokuzuncu yüzyılın Marx’ıdır. Yirminci yüzyıl, fabrikadaki mücadelenin – bir kez daha ve hemen – iktidar mücadelesine dönüşmesi ve orman yangını gibi her yere yayılması riskini gerçeğe dönüştüren Ekim devrimiyle açılır. Bu süreç, Negri’nin (neredeyse tüm işçicilik gibi) problemsiz bir şekilde okuduğu Taylorizm-Fordizm dizisinin üretimi yoluyla ‘kitlesel işçiye’ hayat vererek zanaat işçisinin sınıfsal bileşimini parçalar. Bu şekilde sınıf ayrışması bir kez daha yadsınır, çünkü kriz ve yeniden yapılanma sermayenin gelişiminden -ve madalyonun diğer yüzü olan antagonistik öznenin yeniden birleşmesinden- ayırt edilemez hale gelir. İşçilerin kitleselleşmesinin kendisi onları işçi sınıfı olarak yeniden birleştirir. Keynesçilik, burjuvazinin, sınıfın sermaye içindeki artık kaçınılmaz olan özerkliğini, örgütsel ve teknolojik yeniliklere bağlı durgunluk eğilimiyle savaşarak, talep için bir uyarıcıya dönüştürme girişiminden başka bir şey değildir. Bu süreçte Keynesçilik, ücretin bağımsızlığını üretkenlik hedefine tabi kılmaya ve böylece dengeli ve orantılı bir kalkınmayı garanti altına almaya çalışır.
Burada, Negri’nin çalışmasında, üretkenlikten ayrıştırıldığında ‘bağımsız bir değişken’ olarak görülen ücretin teorik-politik merkeziliğinin geri dönüşünü görüyoruz. Bu, mutlak artı değerden göreli artı değere geçiş bağlamında gerçekleşir ve (tartışmalı bir şekilde) birbirini dışlayıcı olarak görülür. ‘Gerekli’ emek, geleneksel anlamda geçim için üretim olarak anlaşılırsa, artık sıfıra doğru eğilim göstermektedir. Aynı zamanda, ‘bağımsız bir değişken’ olarak ücret, bunun yerine ‘gerekli’ emeği maksimize eder, burada emekten ayrılmış gelirin yeniden temellük edilmesi olarak anlaşılmaktadır. Bölüşüm salt bir güç ilişkisine indirgenir. Ücret mücadeleleri, üretimin toplumsal ilişkilerini patlatarak artı emeği sıkıştırır. Aynı dönemde, Negri’nin de olumlu bir şekilde alıntıladığı Sraffa’nın bazı genç takipçileri de benzer şekilde ücretler cephesinde ‘oruç tutma’ çağrısında bulunarak sermayeye kâr sıkışmasına yanıt olarak inovasyon yolunu dayattılar. Yine de dil, niyetler ve kategoriler kesinlikle benzer olmaktan uzaktı. Kamu harcamaları fabrika-devletinin ücret harcamalarına dönüştüğünde, planlamacı devletten kriz-devletine geçiş olgunlaşır. Sömürü ve ücret algısı birbirini yansıtır: ücret talebi ve ardından gelir talebi Negri için basitçe sermaye ve devlete yönelik bir saldırıdır. Enflasyonu taşeronlaştırmayla birleştiren kapitalist yanıt, gerçekte tüm toplumu işe koşar. Yetmişli yılların ortasında Negri’ye özgü olan bu görme biçimine göre, emek sürecinin gerçekliğinde önemli bir değişiklik mümkün değildir, sadece komuta yapısının derinleşmesi mümkündür.
Bu noktaya gelindiğinde, Negri’nin – doğrudan Tronti’nin sağladığı temeller üzerine inşa ederek – Steve Wright’ın da birkaç kez belirttiği gibi, güçlü irrasyonel özelliklere sahip bir işçiciliğe şüphesiz vizyoner güçlerle hayat verdiği açıktır. Bu, yararlanmaya ve ifade etmeye çalıştığı toplumsal gerçeklikle neredeyse hiçbir ilişkisi olmaksızın, kendi kendine referans veren bir şekilde gelişen bir operaismo’dur. Gelişme, kriz, devrim artık aynı şeydir. Kendi kendini yeniden üreten ve somut olana atıfta bulunmanın amaca yönelik bir tarih felsefesini doğrulamaktan başka bir işlevi olmayan idealist ve yıkıcı bir aygıtta dolayımlar aramak ya da gerçekliğin doğrulanmasını talep etmek anlamsızdır. Dürüst olmak gerekirse, bu kusurlar operaismo’nun başlangıcından itibaren tespit edilebilir. Classe Operaia, 1962-63 yıllarındaki mücadelelerin sonuçlarını önemsiz olarak değerlendirdi; oysa gerçekte bunlar, bölüşümde ‘bağımsız bir değişken’ olarak ücret kategorisine ampirik bir geçerlilik kazandırdı ve bu da sistemin şiddetli bir tepki vermesine yol açtı. Potere Operaio, 1968-69 mücadelelerinin, altmışlı yılların ortalarındaki ‘yatırımsız yeniden yapılanmanın’ zaten kırılma noktasına kadar gerdiği emeğin yetersizliğine doğrudan saldırdığını ve aynı zamanda emeğin üretken gücündeki potansiyel artışın tam olarak sömürülmesine kısıtlamalar getirdiğini göremeyerek, Sıcak Sonbahar ve sonrasını ücret merkezli bir vizyonun deli gömleğine soktu. O halde, birkaç yıl sonra Potere Operaio’nun, sermayenin üretim alanındaki sınıf mücadelesine yanıt verdiği emeğin “yapısökümünü” tanımakta başarısız olması şaşırtıcı değildir
‘Kitlesel işçi’nin İtalya’nın savaş sonrası gelişiminde artan bir öneme sahip olduğu doğrudur. Ancak bu, Potere Operaio’nun bir kısmının varsaydığı gibi, bu figürün sınıf bileşiminin diğer katmanlarına hükmedebileceği ve onları alt edebileceği anlamına gelmiyor. Bununla birlikte, yetmişli yıllardan itibaren kapitalist ve antagonistik dinamikleri okumaya yönelik şema giderek kemikleşti ve ileriye doğru yansıtıldı. ‘Kitlesel işçi’ yerini ‘sosyalleşmiş işçi’ye, ‘siborg’a, sözde ‘bilişsellik’e ve hatta anlamdan yoksun bir kategori icat ederek ‘maddi olmayan işçi’ye bıraktı. Yöntem her zaman ve ne olursa olsun aynıydı: en ileri noktasında stratejik öneme sahip bir sektöre odaklanan ve üzerine yeni bir siyasi ‘bahsin’ yatırıldığı bir ‘eğilimi’ tanımlamak. Böylece tüm teorik sistem siyasi olarak yeni figürlere doğru yönlendirilir ve süreç içerisinde hegemonik ilan edilir. Bu figürlerin, üzerine yeni bir bahis oynanacak yeni çatışma biçimlerini ifade ettiği söylenmektedir.
Toni Negri, Grundrisse’nin okunması olmadan pek çok işçi metninin mümkün olamayacağını hatırlatır. 1968-70 yıllarında İtalyancaya çevrilen Grundrisse, yetmişli yılların hareketinin bir tür İncil’i haline geldi. İşçicilik pek çok açıdan Grundrisse’nin Marksizm’iydi. Kuşkusuz bu, birçok açıdan kaçınılmaz ve özgürleştirici olabilecek bir metindir, ancak yalnızca tüm sınırlarının bilincinde olarak ve Marx’ın Kapital’i aracılığıyla geriye doğru okunduğunda. Bunun yerine, operaismo Grundrisse’yi Kapital’e karşı okur. Ve eğer Panzieri, Kapital ve Gotha Programının Eleştirisi’ndeki sayısız pasaja karşı, Grundrisse’de doğrudan kapitalizmden komünizme geçiş için bir model gördüyse, Tronti de Kaba Defterler’in Kapital’in ilk cildinden ya da Ekonomi Politiğin Eleştirisine Bir Katkı’dan politik olarak daha ileri olduğuna karar verdi. Ancak Tronti bu siyasi patlamaları biçimsel bir nedene, henüz katı bir mantıksal argüman düzenine hapsolmamış daha kaba bir Marksçı açıklamaya bağladıysa, Marx’ın Ötesinde Marx Ötesi Marx kitabında Negri, Grundrisse’de henüz Kapital’in nesnelleşmiş kategorilerine hapsolmamış devrimci bir öznelliğin etkisini keşfetti. Grundrisse yalnızca en ileri metin değil, aynı zamanda Kapital’in kategorilerinin şeyleşmiş haline karşı kullanılabilecek bir öznellik bolluğu içeren metin haline geldi. Bilişsel emek meraklıları gibi pek çok epigon için sadece Grundrisse vardır – ve belki Makineler Üzerine Fragman’ın sadece birkaç sayfası.
Grundrisse’yi ‘eğilim’in kitabına dönüştüren Negri, artık bazı denklemlerin ana hatlarını çizebilirdi: işçi sınıfı fabrika için neyse, çokluğun da metropol için o olduğuna ikna olarak, endüstriyel işçi sınıfının hegemonyasından metropollerdeki çoklukların hegemonyasına geçişi çıkarabilirdi. Fordist ücret toplumunu yıkan her şey -üretken özneleşme, piyasaların küreselleşmesi, dünya çapında finansal entegrasyon ve otomasyon, bilgi ekonomisinin olumlanması- ücretler ve üretkenlik arasındaki bağın artık kurulmasının imkansız olduğu bir evrende yeni bir toplumsal figürü merkeze yerleştirmektedir. Negri’ye göre, artık işçiciliğin ötesinde, tüm emek biçimleri toplumsal olarak üretkendir. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılların endüstriyel emeği hegemonyasını kaybetmişse, yirminci yüzyılın son on yıllarında ‘gayri maddi emek’ kilit noktayı ele geçirmiştir. Genel Akıl kapitalist üretimde hegemonik hale, bilişsel gayri maddi emek de anında üretken hale gelir. ‘Cognitariat’ sistemin işlemesini sağlayan temel üretici güçtür.
Bu tutumlara yönelik eleştirel değerlendirmeler geliştirmeden önce bile, bu tür tutumların doksanlı yılların genç kuşaklarında ve yaşça bize daha yakın olanlarda işçi sınıfı emeğine yönelik bir kayıtsızlığa nasıl katkıda bulunduğu ve bu kayıtsızlığı nasıl beslediği açıktır: çalışmaya karşı nefreti, bir nefret olmadığı zaman, işlere bağlılığı nedeniyle artık ve gerici olarak görülen bir işçi sınıfına yönelik bir kayıtsızlığa dönüştürmek. Aynı zamanda bu tutumlar, değer üreten yeni emek biçimlerinin algılanmasını da engellemektedir, çünkü somut gerçekliği iptal ederek yerine bir kalıp koymakta ve bugün sermaye tarafından kullanılan emeğin parçalanmasını karakterize eden maddi biçimleri muğlak bir kategori içinde eritmektedir. Hem çatışma ve uzlaşmazlığın hem de kapitalist hegemonya ve işbirliğinin yeri olarak değerin dolaysız üretimi, sanki hiç var olmamışlar gibi, hiçbir zaman gerçekten ele alınmaz. ‘Tartışmalı’ bir alan olarak kapitalist emek süreci eksiktir, bu da işçilerin çalışırken de eksik olduğu anlamına gelir: eğer itaatsiz değillerse, emek-gücüdürler; eğer işçi sınıfıysalar, emeğe karşıdırlar. ‘İdeolojik’ operaismo, işçileri yalnızca ücret talep ettiklerinde ya da emek performansını olumsuzladıklarında görür: geri kalan zamanlarda makinelerle aynı şeydirler. Emeğin bu şekilde yokluğunda, kapitalist yeniden yapılanmanın gerçek özelliklerine, işçi sınıfına karşı etkili ve verimli siyasi müdahale biçimlerine dikkat de eksik kalır. Geriye kalan, çağdaş kapitalizmde gerçek anlamda yeni olana karşı tam bir körlüktür.
Bu tarz işçicilikte, antagonizma hegemonik, değişken bir öznenin hareketlerine dönüşürken, eğilim açısından artık hegemonik sayılmayan öznelerin çatışma biçimleri bir Fellini filmindeki kalıntılar, anılar haline gelir. Operaismo’da önemli rol oynamış Vittorio Rieser, Romano Alquati, Ferruccio Gambino, Sergio Bologna, Marco Revelli ve diğerleri gibi diğer yazarların çalışmalarında oldukça farklı bir söylem görülebilir. Onlarınki ‘materyalist’ olarak adlandırılabilecek bir işçicilik, ‘ideolojik’ işçiciliğin dolambaçlı yollarından kaçmayı başaran bir işçiciliktir. Yine de bu sonuncusu, diğerlerinin hafızasını iptal eden çeşitli post-operaist iplikler üreterek, kendisini hayal gücüne işçi sınıfı olarak dayatmayı başarmıştır. Varsayılan bir eğilimin hegemonik öznelerini takip etmek yerine, bugün sömürü temposunu eşzamanlı hale getiren korkunç ve ölümcül bir öz-değerlendirme mekanizmasına dahil olan bedenler ve zihinlerden başlamak daha faydalı olacaktır. Tarihselci aşamalar fikri olmaksızın, hem göreli hem de mutlak artı değeri kapsayan bir süreç, bugün sermaye tarafından küreselleştirilen bir dünyada yayılan yüksek teknolojiden yeni kölelik biçimlerine kadar çeşitli artı emek ve emek sömürüsü biçimlerini aynı üretken örgü içinde giderek daha fazla birleştirmektedir. Burada emeğin üretken gücündeki sıçramalar, emeğin hızlandırılmış yoğunluğundan, toplumsal iş gününü uzatma çabasından ayrılamaz.
Steve Wright’ın kitabı operaismo’nun bir bölümünün irrasyonel savrulmalarını gün ışığına çıkarıyorsa, aynı zamanda post-işçi literatürün hafızasının çoğu zaman gölgede bıraktığı deneyimlerin zenginliğini de ortaya koyuyor. Wright’ın kitabında bize değerli görünen ve bu nedenle İtalyancaya çevrilmesini desteklediğimiz şey, emek içinde ve ruhanileştirilmiş bir sermayenin inisiyatifine karşı mücadeleler yürüten kadın ve erkeklerin operaismo’sunun izini sürme kapasitesidir. Bu açıdan bakıldığında, zararlı ve ölümcül çalışma koşullarına karşı verilen mücadeleler ya da FIAT’taki mücadelelerle ilgili sayfalar, kadın ve erkek işçilerin operaismo’sunun akımın teorisyenlerinin düşüncelerinden nasıl daha ileri olduğunu göstermektedir. Kitapta, sadece Primo Maggio’yu değil, doksanlı yıllarda Altreragioni ile devam eden ‘rasyonel’ operaismo’nun yeraltı deneyimini ortaya çıkarma kapasitesi de dikkate değerdir.
Bugün kapitalist üretim tarzının gelişme eğiliminden kurtulmayı beklerken bu eğilimi sürdürmek, Marx’ın Kapital’in en kasvetli sayfalarında dehşete düştüğü kendi kendini yok etme senaryosuna giden yolu gittikçe hızlandırmak anlamına gelmektedir. Bugün emeğin “kurtuluşu” ile “emekten” kurtuluş yine trajik bir şekilde birbirinden ayrılmış durumda: birincisi savunulması gereken işin ufkuna çekilmiş, ikincisi ise ekolojik kaygılarla batmış görünüyor. Söz konusu iş, yakın zamanda Porto Marghera’daki Petrolchimico fabrikasında olduğu ya da Thyssen Krupp trajedisinde görüldüğü gibi, çevreyi kirleten bir fabrikada çalışmak olduğunda, bu yorum açık bir karşıtlığa dönüşmektedir; her ikisi de geri kalmışlığın belirtisi olan istisnai durumlara indirgenemez. Potere Operaio’nun Marghera grubunun kırk yıl önce yaptığı gibi, tehlikeli çalışma koşullarını bir başlangıç noktası olarak almak, kapitalist üretim tarzının ölümcül doğasını tartışmaya açmak anlamına gelmektedir. Bu, Sergio Bologna’nın bize hatırlattığı gibi, yalnızca kimyasal üretimin zehirliliğini değil, aynı zamanda sosyal yaşam eksikliği, bitmek bilmeyen sigaralar, ruhsal rahatsızlıklar ve ultra-modern bilgi çalışanlarımızın hemoroidleri gibi zararlı, ölümcül çalışma koşullarının yeni biçimlerini de ele almak anlamına gelir.
Bazı post-operaistlere göre, biçimsel ve gerçek ikincilleştirmeden sonra şimdi ‘toplam’ ikincilleştirmeye yol açan gelişimci şema, o zaman ve şimdi değer kavramının tasfiyesini ve üretken emek kavramının insan faaliyetinin (ve aynı zamanda faaliyetsizliğinin) tüm alanını kapsayacak şekilde genişletilmesini varsaymıştır. Bu, kelimenin tam anlamıyla gökten düşmüş ve henüz bir analitik sunamamış bir teorik çerçevedir. Wright’ın iddia ettiği gibi, Negri ‘toplumsallaşmış işçi’ figürüyle ‘kitlesel işçinin’ karşılaştığı zorluklardan ellerini temizlemiştir. Ancak bu şema, o zaman da şimdi de, kapitalizmin aşamalı bir temsilini varsaymaktadır; burada her alt-üst oluş biçimine yeni devrimci öznellik türleri karşılık geliyor gibi görünmektedir: bu şekilde ‘kitlesel’ işçi ‘toplumsallaşmış’ işçi için bir kenara çekilmekte, bu da sahneyi ‘gayrimaddi’ işçiye bırakmaktadır.
Bu, beklendiği gibi, amaca yönelik olarak inşa edilmiş bir tarih felsefesinin damgasını taşıyan ve tesadüfi olmayan bir şekilde, yankılanan uzlaşmaz retoriğinin ötesinde, Fransız ‘regülasyon’ okulunun analizlerini kendi yararına çevirmeye çalışan ve süreç içinde bunu sosyal-liberal bir reformizme düzleştiren bir şemadır. ‘Regülasyon’ okulu Marksizmi terk edip Keynesçiliğin güncellenmiş, soysuz bir versiyonundan biraz daha fazlasına dönüştüğünde, bu post-işçiliğin tepkisi coşkulu olmaktan çok uzaktır. Aglietta gibi bazı düzenleme yanlıları tarafından öne sürülen temel geliri, yevmiyeli işçiler için sadece bir sübvansiyona dönüştürerek, yaşam standartlarının düşürülmesine, sadece Marx’ı değil Polanyi’yi de yeniden okumaya değer olan Speenhamland sisteminin yeniden üretilmesine yol açıyor. Bu süreçte, bu operaismo farkında olmadan sermayenin mevcut sürekli yeniden yapılanma sürecini desteklemektedir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de işçi geleneğinin çeşitli eğilimlerini karakterize eden bir aşamalar paradigması varsayımı, farklı sömürü biçimlerinin karşılıklılığı ve eşzamanlılığının anlaşılmasını engellemekte ve yanlış bir şekilde teorik ve pratik eleştirinin merkezini emeğin dışında konumlandırmaktadır. Eğilimi ileriye taşıyabilecek hegemonik bir özneyi tanımlayan bir tarih anlayışı içinde, Tronti’nin işçi sınıfını modernitenin yıkıcı, düzleştirici ve depolitize edici yönlerini sınırlayan “Pauline katechon” olarak tanımlayan son dönem yozlaşmış-Spenglerian tarih vizyonunu bulabiliriz. Burada tarihin itici gücü, sermayeyi gelişme yoluyla sürekli yanıt vermeye zorlayan sınıf mücadelesi görülmemektedir: geriye kalan tek şey, önünde bir ‘eksi’ işareti olan tarihtir. Bu, en temelde, yenilginin ardından sığınak arayanların yörüngesidir. Buna karşı Negri, emeğin hegemonik figürünün bakış açısını varsayarak, geri kalanı ikincil bir konuma hapsederek kendini eğilimin zemininde konumlandırmaya çalışır; bunun sonucu zaferden zafere koşan zaferci bir vizyondur. Tüm bunlar, daha fazla tartışmaya değer bir soruyu gündeme getiriyor: Tronti ve Negri’nin, tersine çevrilmiş bir biçimde de olsa, aynı tarih felsefesini paylaşmaları mümkün mü? Tronti’ye göre, işçi sınıfı öznesinin alacakaranlığı tarihin itici gücünü kaybeder. Negri’ye göre ise tarih sürekli olarak eğilimi belirleyebilecek yeni hegemonik figürler arayışındadır.
Yapılması gereken en başa dönmektir: mevcut düzenin üstesinden gelmemiş, aksine ‘işçi sınıfının’ devasa, gezegen çapında yeniden oluşumuna sahne olan bir dünyada, sermaye içinde ve sermayeye karşı antagonizmayı mümkün kılan koşulların yeniden inşası.