Kentlerin Yıkımı, İktidarın Çöküşü: 6 Şubat Depremi
‘Ölülerimiz toplanacaktır’ bir gece ansızın
İhmallerin görmezlerin duymazların katlettikleri bir bir su üstüne çıkacaktır
Vakti gelince o haşin hesaplaşmanın
Sıra dağlar, geniş ovalar, karlı dağlar
Griye boyandı hepsi bir bir
Umutlar ve çocuklar grinin altında kaldı
Kentler kalır enkaz altında
Çocuklar oturur enkazların arasında
Mavi leğende kaşıklar çatallar ayıklanır
Çadırlar hışırdar sert rüzgarlarda
Ölülerimizin toplandığı gün İşte o gün hesaplaşmanın miladı olacaktır
Depremler birer toplumsal bellek yaratırlar, depremin olduğu gün ve sonrasında memlekete aynı perspektifte bakmak mümkün değildir. 6 Şubat’ta gerçekleşen Maraş merkezli depremlerdeki yıkım ve biriken toplumsal öfke bir dönüm noktasıdır. 21 yıllık AKP iktidarı, rant ve talan politikalarıyla imar affıyla bu yıkımın bizzat sorumlusu olup doğal afet olan depremi bir cinayete dönüştürmüştür. Yarattığı yıkımın hesabını vermesi gereken siyasal iktidar, hesap vermek yerine devletin yokluğunda alana giden, dayanışmayı örgütleyen devrimcileri deftere yazdığını söyleyerek tehdit etmiş, mültecileri hedef haline getirmiştir. Öyle ki doğal afet olan deprem, neoliberal çöküntü ve sarayın çoklu krizi ile birleşince toplumsal bir felakete dönüşmüş, bu toplumsal felaket anında yasanın içine yerleştirilen paramiliter güç unsurları devreye girmiştir. Bu paramiliter güç unsurları mülteci nefretini körükleyerek, halka çadır satarak, deprem vergilerini yok sayıp halktan para toplayarak kendini göstermiştir.
“Devlet Yok!”
Depremin üzerinden saatler günler geçmesine rağmen hikmetinden sual olmayan bir bütün ve bölünmez olan devlet, deprem bölgesine gitmeyerek halkı enkazlar altında bırakmayı tercih etti. Depremin ilk günlerinde dayanışmanın imkanları ile enkazdan çıkan halkın ilk sorusu “Devlet Nerede?” oldu, halkı ölüme terk eden, toplanan deprem vergilerinin akıbetini bilmeyen devlet ise bir yanılsamanın kendisiydi. Deprem bölgesinde olmayan devlet, kendi yokluğunun açığını kapatmak için metafizik olana sarılarak doğal afet olan depremi yukarıdan inen bir kader olarak nitelendirdi. Deprem, devletin doğasına ilişkin bir yarık oluşturmuş, oluşan yarık ise halktan helallik isteyerek metafizik olan ile giderilmek istenmiştir. Metafiziğin kıskacına sıkışan hiyerarşik bir temsil olan kapitalist devlet yine bir olağanüstü durumda şiddet anlarında görünür olmuştur. Şiddet anlarında görünür olan, dayanışma ağlarına saldıran, dayanışma tırlarını engelleyen ya da depremin hesabını sormak için sokaklara çıkanların karşısında kendini gösteriyordu. Saray Faşizminin yarattığı korku iktidarı depremde de belirgin haldeydi. Deprem ile ortaya çıkan toplumsal öfke neredeyse devlet orada kendine yöneltilen öfkenin karşısında: Kimi zaman Hatay’da, Malatya’da; deprem için eşya toplanan bir kampüste, kimi zamansa bir eylem alanında vuku buluyordu. Deprem, devletin halk için halkın yararına olmadığının en büyük teşhiriydi. Çünkü devlet yoktu, yıkılmış mahallelerin içerisinde çocuk şenliği yapan, dayanışma kolilerini halkla birleştiren, yaşamı umutla yeniden kuran devrimciler vardı.
Samankaya Çocuk Şenliği
Defne’nin Yeşilpınar mahallesinde bir umudu filizlendirmekti çocuk şenliği. Yıkılmış parkların, okulların ve sokakların arasında başka bir yol daha var demenin yöntemiydi.. Üniversitelilerin kampüsten taşarak toplumsal dayanışmayı örgütlemesi, toplum ile üniversite arasına örülmek istenen duvarın yıkıcı momentumlarından biridir çocuk şenliği.. Bilginin neoliberal kapitalizm aracılığıyla tahakküm aracına dönüştüğü, üniversitelinin hibrit eğitim kisvesi ile mekansız kaldığı bu süreçte: Üniversitelinin, kampüsteki tüm saldırılara rağmen metalaşan bilgi üretim süreçlerini kolektif bir hüviyete kazandırmasının somut örneklerindendir deprem bölgesindeki çocuk şenliği. Elbette ki sırtını dayanışmaya yaslayan kampüslerden taşan bu pratik, yıkılmış bir kenti taş üstüne taş koyarak yeniden inşa etme mücadelesinin mayasıdır.
Direnci ve İsyanı Şimdi’de Büyütmek
Yaşamı yeniden kurmak, hüznü isyana kine dönüştürmek, devrimcilerin görevidir. Yok sayılan, hiç duyulmayan sesleri yükseltmek, ‘şimdi’ye, anın kendisini esas alıp geçmişin ve geleceğin hesabını sormak toplumsal öfkeyi örgütlemenin parolasıdır. Depremin üzerinden yaklaşık üç ay geçti, bu üç ay boyunca toplumsal öfkenin ne kadar örgütlendiği tartışmalıdır. Toplumsal öfke kimi zaman bir çocuk şenliğinde,’ parolamız dayanışma’ diyerek vuku bulurken kimi zaman devletin hiç gitmediği köylere giderek yaratılan dayanışma zeminlerinde kendini oluşturur. Oluşturan bu dayanışma zeminleri kapitalist devlet ile halk arasında bir antinomi yaratarak sorumlulardan hesap sorma cüretini kuşanmalı: ezilenlerin, sesleri kısılanların ve enkaz altında bırakılanların adaletini oluşturmalıdır. Depremdeki yıkımın suçlusu olan siyasal iktidar, yıkılan evlerin ve hayatların kefaretini her aileye verdiği on bin lira ile mi sağlayacak ya da enkazların arasında griye boyanmış hayatları yıllarca borçlandırıp konut mu satacak? Ezilenlerin adaletini tesis etmek toplumsal öfkenin dışa vurumu ile mümkün. Yarattığı suçun kefaretini borçlu konut ve bir miktar para ile kapatmaya çalışan devlet karşısında, en dipten örgütlenen ‘biz buradayız gitmiyoruz’ (ma rıhna nıhna hovn) diyen Samandağ’lı kadınları, molozların önünde direnen Ali İsmail’in, Ahmet’in ve Abdocan’ın yoldaşlarını görecektir. Bu karşılaşma an’ı ezilenlerin adaletini yaratacak, “kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık susmuş olanların yankısı”1nı derinleştirerek direnci ve isyanı şimdi’de büyütecektir.