Gençlik Kalıba Sığmaz: Özgürlüğe Adım At!
Sokakta, kampüste, evde, hayatımızın her alanında egemenlerin hayatımıza müdahalesi her geçen gün büyüyor. Gittikçe derinleşen ekonomik kriz sosyalleşme imkanlarımızı daraltıyor, en son ne zaman sinemaya gittik, ne zaman tedirgince yoklamadık cebimizi, bilmiyoruz. Kayyum rektörler eliyle niteliksizleştirilen üniversitelerimizde, gün geçmiyor ki yeni bir yasak veya zam haberiyle karşılaşmayalım… Zaman, kıstırılmışlığımız dört bir yandan artarken, tam da en imkansızı olduracak yerden, baskının, kısıtlamanın, sansürün ortasından özgürlüğümüz için mücadele etmenin tam zamanı.. Hayatımızın dört bir yandan kısıtlandığı, en temel haklarımızın bile gasp edildiği, bize alternatif olarak sunulanın sistemin ta kendisi olduğu bu dönemde, “özgürlük” düşünün kendisi başka bir dünyanın parolası değil de nedir? Okurken çalışmak zorunda bırakıldığımız, sadece bir akşam dışarı çıkabilmek için günlerce para biriktirdiğimiz, bize barınma, insanca yaşama hakkı sunmayan bu düzenle uzlaşmayıp tam karşımıza alırken, özgürlüğü salt bireysel bir yerden kurmak değil sistemin ta kendisine karşı verilecek bir mücadelenin anahtarı kılmak gerekiyor. Tam da bu yüzden, özgürlüğümüzü kısıtlayanların hayatımıza vurduğu kelepçelerin zincirini iyi çözmek, özgürlük düşünü büyüttüğümüz dönemi tahlil etmek elzem görünüyor. Hareketsizliğimizin zincirlerine dolanmamak, özgürlüğe hep beraber adım atmak için.
Türkiye’de siyasal iktidarların üniversitelilerin dinamizminden hep korktuğunu, iktidarların baskı politikalarının ilk hedeflerinden birinin üniversiteliler olduğunu biliyoruz. 12 Eylül Darbesi’nin ardından kurulan YÖK, iktidarların üniversiteliler üzerindeki baskısının en kullanışlı aparatı olageldi hep. Üniversite sıralarından boy veren, “kökleri edebiyattan gelen” Deniz’ler, Mahir’ler, Sinan’lar üniversiteyi başka bir dünya tahayyülünün mevzisi kılmaya çabalarken, faşizmin üniversiteleri hedef alması kaçınılmazdı. Hepimizin üniversite hayatı boyunca muhattap olmak zorunda bırakıldığı YÖK düzeni, farklı veçhelerde karşımıza çıkmaya devam etti.. İktidara geldiği andan beri AKP’nin toplumu dizayn etme politikalarının üniversite ayağını da YÖK oluşturdu. AKP rejimi Saray nezdinde somutlaşıp “Saray Faşizmi” halini alırken, üniversitelilere yönelik baskı politikaları da günden güne sertleştirildi. Devletin savaşına karşı barışı savunan hocalarımız ihraç edilirken, yerlerine iktidarın kadrosu akademisyenler dolduruldu. Egemenler arası çelişkilerin artması ve iktidarın gittikçe toplum nezdinde meşruiyetini yitirmesiyle Türkiye siyaseti kırılgan bir döneme giredursun, toplumun bütününde olduğu gibi üniversitede de baskı derinleştirildi. AKP’nin üniversitelerde istediği dönüşümü şahsında somutlaştıran kayyum rektörler atanırken, üniversiteden memlekete, baskı, sansür ve yasaklar olağan hayat pratikleri haline getirildi.Anlatılan soyut bir tahlil değil veya masa başında üretilen bir söz değil, gerçeğin ta kendisi… Her güne yeni bir sansürle uyanırken, sosyalleşme imkanlarımız günden güne daraltılırken,ekonomik kriz özgürlüklerimize birer birer ket vuruyor. Üniversitelerimizdeki festivaller, bahar şenlikleri teker teker iptal ediliyor, iktidar bizi “makbul öğrenci” kalıbına sığdırmaya çalışıyor. Memleketin dört bir yanında hakikati dillendiren gazeteciler tutuklanıyor, gerçeği konuşabilme özgürlüğümüz elimizden alınıyor. Pandemi bahanesiyle getirilen 24.00’dan sonra müzik yasağı, bütün yasaklar gevşetilmesine rağmen devam ediyor. Yaşam biçimine müdahale biçimleri, kadınlar ve lubunyaların hayatının her alanında karşılarına çıkıyor. Alternatif olarak bize dayatılanlar sistemin sürdürücülüğünden başka bir şey vaat etmiyor.. Sermayenin bizlere çizdiği özgürlük anlayışını reddediyoruz, başka türlü bir “özgürlük” bizim istediğimiz. Salt “ben”i değil, “biz” var edebildiğimizde özgürleşebileceğimizi biliyoruz. Bu gerçeği eğip bükmeden apaçık önümüze koyduğumuzda, hepimizin aklında aynı soru beliriyor: Ne yapmalı? Tam da bu noktada; Bize sorulmadan alınan kararları kabul edip, çarkın dişlisi olmayı kabul mu edeceğiz, yoksa bütün bu kıstırılmışlıkları ortasından yararak, yeni bir “özgürlük” kıvılcımını kampüslerden sokaklara büyütebilecek miyiz? O kıvılcım ki ondan ne mücadele ateşleri büyüttük: 1968’de Oya Sencer’in “Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu ve Yapısı” doktora tezinin reddedilmesinin ardından üniversiteyi işgal eden Denizler de biziz, harçlara karşı 1996’da TBBM’den “Harçlara hayır” pankartı açanlar da…O öfke bizde duruyor, harlanmayı bekliyor sessizce. Bugün de içimizde büyüyen öfkenin, isyanın kıpırtısı; öylece durup bekleyemeyeceğimizi gösteriyor. Şairin dediği gibi, bütün kıstırılmışıkların ardından “mavi çelik gibi fışkıran öfkemiz” neden dünyayı değiştiremesin?
Bugün de, sığmadığımız kalıplardan taşarak, kampüs kampüs, sokak sokak yürüdüğümüz yollara mücadelenin izlerini bırakıyoruz. Yollar uzun, adımlarımız kısalıyor, nefesimiz tükeniyor bazen. Tükendiğimiz yerden sıra arkadaşımızı kaldırarak yolları arşınlamaya devam ediyoruz. Tüm sıra arkadaşlarımızı, adımlarımızı mücadeleye doğru atmaya, özgürlüğe adım atmaya çağırıyoruz!