Farklı Kadrolar Tek Misyon: YÖK
12 Eylül 1980 Darbesi döneminde toplumsal muhalefete yönelik saldırıları hem niteliksel hem de niceliksel olarak aşan AKP iktidarı, üniversiteler de darbenin ürünü olan YÖK’ü de kullanmaktan geri durmadı. Neoliberal dönüşümü üniversitelerde uygulamak ve devrimci öğrenci hareketini etkisizleştirmek gibi amaçlarla kurulan YÖK, bugün memleket dahilinde ilmek ilmek örülen ve hayata geçirilen faşizmi üniversitelerde tesis etmek misyonu ile tekrar devrede. Tam olarak bu noktada toplumsal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül 1980 Darbesi’ni (dolayısıyla YÖK’ü) ve AKP iktidarının kırılmalarını tarihsel bir bağlama oturtmak yararlı olacaktır. 12 Eylül Düzeni Türkiye egemen sınıflarının, emperyalizmin büyük desteğiyle Türkiye halklarına karşı gerçekleştirdiği en örgütlü saldırılardan biri olan 12 Eylül Darbesi’ni birbiriyle yakından ilintili iki amacı etrafında değerlendirebiliriz. İlk amaç, 1960’lardan itibaren hem nitel hem de nicel anlamda büyüyen işçi sınıfının giderek örgütlü bir güç olarak ortaya çıkması ve yaygınlaşan sosyalist fikirler ile birlikte yükselen “toplumsal dalgayı” kırmaktı. İkinci amaç ise, sermayenin 70’lerin başından itibaren dünya genelinde içine düştüğü birikim krizini çözmek için geliştirdiği neo-liberal politikalar ekseninde Türkiye’yi yeniden yapılandırmaktı. Oysa Türkiye’de o yıllarda ciddi bir güç olan toplumsal ve siyasal muhalefet bu yeniden yapılanma sürecini engelleyebilirdi.
12 Eylül Darbesi bu iki amacı da gerçekleştirdi. İşçi sınıfının bütün kazanımları teker teker elinden alındı, var olan bütün sosyalist muhalefet faşizan politikalarla sindirildi, Kürt halkı üzerindeki baskı ve inkâr politikaları daha da güçlendi. Böylelikle bütün kamusal alanların ve hizmetlerin (eğitim, sağlık…) tasfiyesine dayanan, özelleştirmeler yoluyla sermaye için yeni karlılık alanları oluşturan, taşeronlaştırma ile emeğin maliyetini düşüren hem de örgütlenmenin önüne ciddi engeller çıkaran neo-liberal politikaların önündeki engeller kaldırılmış oldu. 1989-1991 sürecinde reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte, sosyalizme dönük dünya genelindeki büyük güven kaybı neo-liberal politikaların uygulanmasını daha da kolaylaştırdı. AKP Düzeni 12 Eylül ile birlikte uygulamaya konulan neoliberal politikalar 2002’ye kadar giderek derinleşti. AKP’nin iktidara gelmesiyle neoliberalizm ciddi bir ivme kazanarak hayatımızın her noktasına sirayet edecek şekilde uygulanmaya devam edildi. 28 Şubat 1997 MGK’sinin ardından geleneksel Milli Görüş çizgisiyle yollarını ayırıp, AB-ABD merkezli bir siyasetle, yüzünü batı kapitalizmine dönen kadroların kurduğu AKP İslamcı yanını yumuşatarak küresel sermaye ile işbirliğine soyundu. Erdoğan- Gül önderliğinde gelişen AKP kanadının en büyük iktidar ortağı ise 90’lı yıllarda polis teşkilatında, İslamcı işadamları içinde ve toplum tabanında ciddi şekilde örgütlenen Fettullah Gülen cemaati oldu.
1980 sonrası toplumsal muhalefetin bastırılması ve reel sosyalizmin çözülüşüyle beraber solun hegemonyasını yitirmesi kimlik siyasetlerinin yükselmesine neden oldu. Bu durum siyasal islamın yükselişi için önemli bir zemin oluşturdu. Siyasal islamın toplumsal tabanını ise neoliberal politikalarla birlikte daha önceden kimseye muhtaç olmadan-sırtını dayamadan toplumun elde edebildiği hizmetlerin paralılaştırılması ve kamu harcamalarının kısılması sonucu birilerine muhtaç bırakılan kesimler oluşturdu. Cemaat örgütlenmeleri böyle bir ortamda muazzam bir şekilde genişledi. AKP bir yandan SSGS ile sağlıktaki paralılaştırma sürecini büyük ölçüde tamamlarken bir yandan Gülen Cemaatinin özel hastaneleri kamu hastanelerinin yerini almıştı. Hayatın pahalılaştırılması karşısında artmayan maaşlara karşılık Cemaat, Deniz Feneri tarzı derneklerle yoksul kesimlere erzak dağıtmış, eğitim paralılaştırılıp, devlet yurtları vasat ve yetersiz bırakılırken cemaat kendi özel yurtlarını açıp üniversiteye gelen orta halli ve yoksul öğrencileri ucuz bir şekilde barındırmıştır. Hemen her sene üniversiteye giriş sınav sistemi değiştirilerek, öğrenciler o seneki yeni sınav sisteminin bütün teferruatına sahip olduğunu iddia eden, önemli bir kesimi cemaate yakın kesimler tarafından kurulmuş olan dershanelere gitmeye mecbur bırakılmıştı. Kısaca AKP’nin neoliberal uygulamalarıyla kamu harcamaları giderek kısılırken, açılan boşluğu cemaat doldurmakta ve AKP toplumsal hegemonyasını cemaat üzerinden kurmaktaydı.
2006 – 2007 yılına kadar AB yanlısı dış politika ve sözde demokratikleşme, sivilleşmeyi merkeze alan iç politika ile iktidarını sürdüren AKP – Gülen Cemaati arasında krizler, anlaşmazlıklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bütün bu kriz süreçleri bu yazının konusu olmamakla birlikte 15 Temmuz 2016’da TSK içerisinde örgütlenmiş Gülenci kanadın askeri darbe kalkışmasıyla birlikte intiharını gerçekleştirdiğini görecektik. AKP, meşruluğunu ‘15 Temmuz Darbesi’nde demokrasiyi savunduk’ retoriği ile sağlamlaştırmayı deneyecek, tabanını ise bu kalkışmaya karşı mobilize edecekti. Faşizmin vazgeçilmez unsuru olan kitle mobilizasyonunu Erdoğan her fırsatta deneyerek, kendisini de test edecekti.
Yukarıdan AKP’nin politikaları, aşağıdan cemaatin yayılan örgütlenmesi ile birlikte bütün toplumsal kesimler muhafazakarlaştırılmaya çalışılmakta, tüm muhalefet kanalları kesilmeye çalışılmaktaydı. AKP ve Cemaatin bu yüzüne en açık maruz kalan kesimler ise direnen Tekel, Yörsan, Tuzla işçileri, ataması yapılmadığı için sokağa çıkan öğretmenler, hastanesine sahip çıkan sağlık emekçileri, yaşam koşulları gittikçe zorlaşan işçiler ve memurlar, bütün baskı ve inkar siyasetine göğüs geren Kürt Halkı, parasız, niteliksiz ve baskıcı eğitime maruz bırakılan lise ve üniversite öğrencileri, kısaca direnen bütün kesimler oldu. Direnen kesimlerin en büyük sözü de kuşkusuz 2013 Haziran’ında Türkiye’nin 80 şehrinde söylenmişti. Ana hatlarından yukarıda bahsetmeye çalıştığımız kurulmak istenen düzenin bir ayağı olarak üniversitelerde yaşanan gelişmeleri değerlendirmeliyiz.
YÖK Düzeni
12 Eylül Darbesi’nin bir amacının da yükselen toplumsal mücadeleyi bastırmak olduğunu söylemiştik. Öyleyse bir halkın örgütlülüğünü kırmaya çalışan darbecilerin; toplumu örgütleyen, yükselen toplumsal dalganın en dinamik gücü devrimcilerin, devrimci fikirlerin beşiği haline gelmiş üniversitelerin hedef tahtasına oturtulmasında şaşılacak bir şey yok. Bu o kadar acil bir ihtiyaçtı ki Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 12 Eylül Anayasası hazırlanmadan 6 Kasım 1981’de yapılan “üniversite reformu” ile kuruldu. Üniversiteler artık baskı ve niteliksizliğin merkezi olacaktı. Üniversitelerde halk için bilim yapmak yerine sermaye için bilim yapmak anlayışı yerleştirildi; nice atılmalar, nice istifalar, nice sürgünlerle… Askeri bir okulun disiplin kurallarından devşirilmiş öğrenci yönetmeliği, okulda örgütlenmeye, hatta siyasi fikirleri açıkça tartışmaya kalkanlara kapıyı gösteriyordu. “Öğrenci sıfatı” gibi bir muğlak tanım kullanarak bu “sıfata” aykırı davrananlara disiplin cezaları getirildi ve üniversite yönetimleri bu tanımın içini istedikleri gibi doldurarak kafalarına göre cezalar vermeye başladılar. Aynı şekilde atılan öğretim üyelerinin yerine yandaş akademisyenler yerleştirilerek, 12 Eylül zihniyeti üniversitelerde kadrolaştırıldı. Tüm bunların amacı ise öğrencileri kendi içlerine kapayarak toplumdan soyut bir hayata sürüklemek, toplumun sorunlarıyla ilgilenmek şöyle dursun bu sorunların üzerinden bile yükselme fırsatları arayan bencil, çıkarcı bireyler yetiştirmekti. Kısaca amaç, üniversiteyle toplum arasında kalın bir duvar örmekti.
Egemenler bu amaçlarında büyük ölçüde başarılı oldular. Kurulduğu günden bu yana YÖK iktidara gelen bütün hükümetlerle koordineli bir biçimde üniversitelerin bilimsel ve muhalif niteliğinin yok edilmesi, bilginin metalaştırılması, kampüslerin tüketim cennetleri haline getirilmesi, akademisyenlerin çalışma koşullarının güvencesizleştirilmesi ve esnekleştirilmesi kısacası üniversitenin piyasa odaklı dönüştürülmesini sağlamaya çalıştı. Üniversitede YÖK eliyle gerçekleştirilen bu dönüşüm, Avrupa Birliği’nin 1999 yılında yayınladığı “Bologna Bildirgesi” ile başlayan ve Bolonya Süreci olarak adlandırdığımız programla birebir uyumludur. Zaten küresel emperyalizmin en önemli kurumlarından biri olan AB’ye üye olmak için can atan hükümetlerin üniversiteyi es geçmesini beklemek gerçekçi olmazdı. Her gelen hükümet gibi AKP de bu politikaları büyük bir pervasızlıkla sürdürmektedir. AKP’nin iktidara gelmeden önce YÖK’ün anti-demokratikliğini ilan etmesi ve üniversitelerdeki özgürlük sorununu türbana indirgeyen yaklaşımı sonucu YÖK’ün özgürlüklere karşı olduğunu söylemiştir. Fakat AKP iktidar olduktan ve YÖK’te yeteri kadar kadrolaştıktan sonra, YÖK’ün en büyük savunucusu kesilmiştir. Bu durumun da gösterdiği gibi AKP için bir kurumun kendisinin anti-demokratik olması değil, onun politikalarını destekleyip desteklemediği önemlidir. Unutulmamalıdır ki AKP için özgür ve demokratik bir ortam uyguladığı otoriter-piyasacı ve muhafazakar politikalara boyun eğilen ortamdır.
AKP’nin 12 Eylül Darbe Anayasası’nı bir kez daha onaylatmasının hemen ardından, Ekim ayının başında YÖK’ün üniversitelere gönderdiği “özgürlük ve güvenlik talimatnamesi” AKP’nin üniversitelerde en ufak bir muhalefet kırıntısı dahi istemediğini bir kez daha göstermiştir. Üniversitede stant açılması, afiş asılması, bildiri dağıtılması, yani muhalif fikirlerin yayılmasını engellemek için AKP, YÖK ve polis teşkilatını da arkasına alarak tam bir baskı ortamı yaratmaya; öğrencisi ve akademisyeniyle tüm üniversiteyi sindirmeye çalışmaktadır. 1981’de toplumla üniversite arasına duvar örmek için kurulan YÖK, 2019’da da aynı misyonu farklı kadrolarla devam ettirmektedir. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından 20 Temmuz’da ilan edilen ve daha sonra fiili olarak kalıcılaştırılan OHAL dönemi ile AKP akademideki Gülenci isimleri KHK’larla tasfiyeye soyundu. ‘Allah bir lütuf’ vermişken sadece Fetullahçılarla kalmayan ihraçlar, devrimci, demokrat akademisyenleri de üniversitelerden uzaklaştırdı. Akademinin içi boşaltılmış, kırıntısı kalan nitelik tuzla buz olmuştu.
Bugün üniversiteleri karakollara dönüştüren, rekabetin, hırsın, bireyciliğin dayatıldığı mekanlar olarak tasarlayan AKP iktidarının korku temelli bir neoliberal programına karşı biz üniversite öğrencileri ne yapmalıyız? Kuşkusuz en hızlı bir biçimde toplumla üniversite arasına örülen ve harcını darbecilerin oluşturduğu duvarı yıkmalıyız. AKP’nin neoliberal politikalarına karşı sistemin kendisine yöneltilecek, yani anti-kapitalist bir mücadele çizgisini öğrenci hareketi açısından var etmeli ve böyle bir öğrenci hareketinin inşası için tüm gücümüzle çalışmalıyız. Kendi gücüne güvenen, başka bir güce bel bağlamayan bir öğrenci hareketi ve özerk ve demokratik bir üniversite mücadelesini inşa etmenin yanı sıra toplumun emekçi kesimlerinin yararına bilim üretme misyonunu üniversiteye yeniden iade eden bir anlayışı hayata geçirmek önümüzde devrimci bir zorunluluk olarak durmaktadır. Ancak böyle bir perspektif üniversite ile toplum arasına kurulan duvarları yıkabilir. Çünkü “pisboğazların buyruğuna verilmiş bir tarih” değildir üniversitelere yakışan…