“Barış için Akademisyenler” Mücadelesi
*Bu yazı Öğrenci Faaliyeti Dergisi’nin 0.sayısında yayınlanmıştır.
1 Ocak 2016da ilan edilen Barış için Akademisyenler (BAK) Bildirisi, change.orgdaki herhangi bir imza kampanyasından farksız bir şey gibi başlamıştı. Pratik mücadeleye inanan akademisyenlerin bir kısmı bu kampanyaya katılmayı bile anlamlı bulmazken, bir kısım akademisyen ise, son derece sıradan olan bu kampanyayı gözden kaçırdığı için imzalamamıştı.
Bu “önem vermemenin” nedeni, imza kampanyası metninde yazılı olanlardan çok, eylemin biçimiyle ilgiliydi. Yoksa metin, eleştirilere açık olsa bile, kötü ya da suya sabuna dokunmaz bir metin olmakla suçlanamayacak kadar siyasi bir metindi. Metinde kısaca, barış sürecinin bitirilmesi ile ilgili muhatap olarak devlet alınıyor ve bir an önce yeniden masaya oturularak, barışın sağlanması talep ediliyordu. Buraya kadar her şey normaldi. Ancak genellikle somut bir karşılığı olamayan change.org kampanyalarının ve bildiri beyanlarının bu seferki karşılığı, devletin başından geldi: Bildirinin yayınlanmasının ertesi günü (12 Ocak 2016) Erdoğan, bildiride imzası olan akademisyenleri “aydın müsveddesi, cahil” ve benzeri hakaretlerle eleştirdi.
Erdoğan’ın bu tavrı öncelikle bir şaşkınlık yarattı. Neden böylesine sert bir eleştirinin geldiği net değildi. Bir bakıma bu iyi bir şeydi: söylenen sözün bir yankı yaratması, egemenlerde bir korkuya işaret etmektedir. Ama bu tepki bir yandan da şüphe oluşturdu. Erdoğan’ın çıkışları genellikle sonrasında gelecek fırtınanın habercisidir.
Sonrasında ne gelecekti?
Sonrasında gelen, hepimizin bildiği gibi bir korkutma, sindirme ve seçerek cezalandırma süreci oldu. Vakıf üniversitesinde çalışan akademisyenlerin bir kısmının, güvencesiz çalışmanın armağanı olan süreli sözleşmeleri hemen iptal edilerek çalıştıkları okullarla ilişikleri kesildi. Diğer vakıf üniversitesi çalışanları ise, sıra ne zaman bize gelecek endişesiyle süreci takip ettiler. Devlet üniversitesi çalışanları, vakıf üniversitesi çalışanlarına göre genelde daha şanslı olmakla birlikte, onlar da bir bir işten uzaklaştırıldılar, çok çeşitli bahanelerle memurluktan atıldılar.
Bazı akademisyenler ise, bağlı oldukları okulların ve şehirlerin tehdit edici yapısı sebebiyle, imzalarını geri çekti. Devletin yargı organları ise özenle, 1128 kişiyle başlayıp (20 Ocak 2016 tarihinde) 2212 kişiyle devam eden büyük imzacı kitlesinden, “örgütleyici” kadroyu ayıklamaya çalıştı. Bu amaçla, bildiriyi basın açıklaması şeklinde okuyan İstanbul’daki dört akademisyeni gözaltına almak gibi taktikler uyguladı. Bu taktiğin kısmen de olsa başarılı olduğu söylenebilir. Ocak’tan Temmuz’a kadar olan süreçte BAK hareketi, nasıl hareket edilmesi gerektiği, devletin ve yasallığın sınırlarının nereye kadar zorlanması gerektiği konularında anlaşma sağlamakta zor anlar yaşadı, uzun ve yorucu toplantılar yapması gerekti. Atılan akademisyenlerle dayanışma amacıyla maddi kaynak yaratmaya yönelik kampanyalar başlattı, Eğitim-Sen ve başka kurumlarla ortaklaşa bu dayanışmayı büyütmeye çalıştı.
BAK bir yandan süreçten mağdur olan akademisyenlere yönelik çalışmalar sürdürürken, diğer yandan da fikri tartışma zeminleri oluşturmaya çalıştı. Bu zeminlerde hem “savunulan barışın nasıl olması gerektiği” hem de “akademik özgürlüğün ne olması gerektiği”ne dair tartışmalar örgütledi. Süreçler tüm akademiyi kapsamaktan çok uzak olsa, hatta imzacıların bile büyük çoğunluğunu bile bir araya getirmeyi başaramamış olsa da, sürecin takipçisi olan yüzlerce akademisyen, gerek yurtiçinde gerek yurtdışında kurdukları dayanışma ağları ve uzun süreli emekleriyle bu süreci temmuz ayına kadar getirmeyi başardı. Temmuz başında Danıştay 8’inci Dairesi, haklarında disiplin soruşturması açılan akademisyenlere ilişkin, YÖK Disiplin Yönetmeliği hükümlerinin uygulanmasını öngören YÖK Genel Kurulu Kararı nın yürütmesini durdurdu. Bu da “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza atan akademisyenler hakkında açılan disiplin soruşturmalarının düştüğü anlamına geliyordu. Mücadele olumlu yönde ilerliyor; yargıda olumlu kararlar çıkıyor, tutuklanan hocalar serbest bırakılıyordu.
Bu süreçte üniversite öğrencileri de tüm bu olaylara sessiz kalmadı. Akademisyenlerin gözaltına alındığı ya da uzaklaştırma aldığı diğer okullarda da öğrenciler, okul içinde çeşitli tepkiler verdiler. Özgürlükçü bir üniversite olmakla tanınan Boğaziçi Üniversitesi, bu tarz tepkilerin yoğun olduğu üniversitelerden biriydi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) ise, akademisyenlere karşı başlatılan bu baskılara karşı en çok ses çıkaran yerlerden biri oldu. Süreçte tutuklanan dört akademisyenden biri olan Kıvanç Ersoy’un MSGSÜden olması bu sahip çıkmanın temel sebeplerinden biriydi.
MSGSÜ öğrencileri, sadece okul içinde değil, gerek tuttukları cezaevi nöbetleriyle, gerek adliye takipleriyle, hocalarını okul dışında da yalnız bırakmadılar. Elbette ki bu eylemlerdeki önemli faktör, hocaya duyulan sevgiden öte, iktidara bu cüretkârlığının karşılıksız kalmayacağını haykırmaktı. Üniversiteler, YÖK’ün kuruluşundan bu yana özerk olma özelliklerini zaten yitirmiş yarı bağımlı müesseselerdir. Ancak bu yarı özerklik durumunda bile, akademik bilgi üretiminin olmazsa olmaz bazı sınırları, iktidarca şu ana kadar böylesine alenen ve bu kadar fazla kişiyi hedefleyerek aşılmamıştı. Ayrıca hedeflerindeki kitle, pratik siyasetin içinde olmaktan çok, etik değerlerle savaşa karşı çıkan ve/ veya çalışma ilkeleri gereği akademinin özgürlüğüne inanan kişilerden oluşmaktadır. İktidarın bu saldırısının en geniş anlamda demokrasi savunucularını da kapsaması sebebiyle, durum çok daha tehlikeliydi. Aslında iktidarın bu pervasızlığı, politik ajandanın bir sonraki dönem neleri getireceğini gösteriyordu ama yine de olanlar, tahmin edilebileceklerin ötesinde oldu.
15 Temmuz darbe girişimi, Türkiyede birçok şey gibi, akademik özgürlük için de bir milat noktası oldu. Darbe girişiminin hemen sonrasında başlatılan OHAL, Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ) bağlı oldukları iddia edilen kişilerin avlanması için gerekli ortamı sağladı. Cemaat’in çok çeşitli toplum kurumlarıyla en ufak bir ilgisi olan herkes devletten uzaklaştırılırken, iktidar bu çok işlevli OHAL’i muhalefeti susturmak için de rahatlıkla kullanabileceğinin farkındaydı. “FETÖ yetmez, tüm terör örgütleriyle savaşıyoruz” şiarıyla bu sefer oklar, sosyalistlere ve Kürt Hareketine döndü. Hedefte en görünür olanlardan biri de Barış İçin Akademisyenlerdi.
OHAL’in hukuksuzluk rejiminin nasıl somutlaşacağının sinyalleri öncesinden verilse de, BAK açısından ilk büyük patlama Kocaeli Üniversitesi’nde meydana geldi. 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen kamu görevlileri arasında onlarca BAK imzacısı da bulunuyordu. Kocaeli Üniversitesi, 19 akademisyeni bu KHK’ya dayanarak üniversiteden uzaklaştırdı. OHAL öncesi dönemde tek tük rastlanan temizlik harekâtı, şimdi tam bir cadı avına dönüşmüştü. Sadece görevden uzaklaştırmalar değil, süresiz gözaltılar, gözaltında fiziksel ve ruhsal işkence, dışarıda olanlardaysa sürekli bir “ne zaman işimi kaybedeceğim, ne zaman alınacağım” korkusu, akademisyenler arasında paranoyası yüksek bir yaşam döngüsü yarattı.
KHK’ya kadar içinde farklı oranlarda BAK imzacısının da bulunduğu birçok muhalif akademisyen farklı KHK’larla üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bu sürecin tepe noktası, 686 sayılı Şubat KHK’sı ile tasfiye edilen 330 akademisyenden 100’ün üzerinde isim, yine BAK imzacısıydı. Bu KHK ile artık “cemaatçi” ve/veya “pekakalı” oldukları gerekçesiyle muhalif akademisyenlere uygulanan dolaylı saldırı yerini doğrudan bir saldırıya bıraktı. Artık birçok kurumda olduğu gibi, sözde özerk özde bağımlı üniversitelerdeki cemaatçi tasfiyesi sona ermiş; solcu, sosyalist ve demokrat muhaliflerin rahat rahat hedef alındığı bir dönem eski dönemin yerini almıştır. Geldiğimiz durumda iktidarın mantıksal bir kendini koruma refleksinden dahi bahsetmek mümkün değildir. “Kısasa kısas” düsturunu andırır bir şekilde cezalandırılan akademisyenler bu cezalandırmaya, bağlı oldukları üniversitelerin rektörleri eliyle maruz kalmaktadırlar. Bu bağlamda onları “atan” aslında üniversitenin kendisi gibi gösterilmekte ve üniversitenin asli unsurları olan öğrenciler, üniversite çalışanları ve akademisyenler yok sayılmaktadırlar.
Referandum sürecine böyle bir saldırgan tutumla giren iktidarın bu hamlesi, AKP’nin genel siyasetinden ayrı düşünülemez. Başkanlık sistemi savunusunda hiçbir somut dayanağı olmayan iktidar, kendi meşruiyetini muhalefeti tamamen ortadan kaldırarak sağlamaya çalışmaktadır. Muhalefet odağı olan ya da olma potansiyeli taşıyan üniversiteler bunun ayaklarından biridir. Kapitalist sistemin dışına çıkmayı hedeflemeyen en liberal ve demokratik karşı duruşların bile AKP’nin tek adam hayallerine ağır bir darbe olduğu bu dönemde, devletin imha politikalarına karşı durmak ya da duranları destekleyerek bağımsız üniversiteyi savunmak, iktidarın tahammül edemeyeceği bir “ihanettir”.
Biz “Tek Adam Rejimi” derken iktidarın “Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı” diyerek güzellemeye çalıştığı bu sistemde, sadece yürütmenin tekbaşlılığı değil, tüm siyasi ve toplumsal tüm güç odaklarının tekbaşlılığı hedeflenmektedir. Akademinin durumu da bunun açık bir yansımasıdır.Acımasız bir eleştiri ile bugün akademisyenlerin başına gelenin aslında Türkiye’de Akademinin atanan rektörlerden değil onu üniversite yapan unsurlardan meydana geldiğini anlatmanın bir yoludur bu mücadele. Üniversiteler, öğrenciler, üniversite çalışanları ve akademisyenlerden oluşur. Dolayısıyla, üniversitenin en önemli bileşeni olan öğrenciler de bu mücadelenin dışında kalamazlar. Muhalif herkesin başına gelen bir durum olduğu ve akademisyenlerin bu zamana kadar bundan azade yaşamış olmalarının normalin dışında bir durum olduğu iddia edilebilir. Öte yandan unutulmaması gereken, eğer eleştirel bilgi üretiminin toplum açısından geliştirici bir etmen olduğuna inanıyorsak ve toplumsal bilgi sayesinde, toplumun ezilen, dışlanan, sömürülen kesimlerinin sorunlarının ortaya çıkarılmasının, bu sorunlara dair alternatifler üretilmesinin mümkün olacağını düşünüyorsak, akademisyenlerin derdine ortak olmak zorundayız. Bu dert ortaklığı, akademisyenleri kayırmak için ya da onların sorunlarını toplumun diğer ezilen kesimlerinden üstün gördüğümüz için değil, akademinin eleştirel ve toplumsal bilgi üretim alanı olmasını sağlamak adına yapılmalıdır. Kapitalist sistem sebebiyle zaten üniversitenin nitelikli bilgi üretim alanı olma potansiyeli giderek kırpılmak- tadır. Doğa bilimleri alanındaki çalışmalar, sektördeki güçlü firmaların işine yarayacak AR-GE çalışmaları ile biçimlendirilirken, sosyal bilimlerdeki çalışmalar ise, ya kâr sağlamak açısından işe yaramaz görülmekte, ya da başlangıç misyonları olan toplumu şekillendirmenin tersine çıkıp iktidarı f ve sistemi eleştirdikleri noktalarda yasaklanmaktadır. Yeterince karanlık olan bu tablo, aleni hak gaspları ve özgürlük ihlalleri ile iyice korkutucu bir hale gelmektedir. Akademisyenleri savunmak, zaten ayrıcalıklı bir kesimin haklarını savunmak olarak değil, toplumun bilgi üretim merkezleri olma yolunda mücadeleye açık alanlar olan üniversiteleri savunmak olarak görülmelidir. Öğrenci hareketi, işçi hareketi ya da kadın hareketinden farklı olarak, içinde bulunduğu sömürü koşulları sebebiyle değil, barındırdığı nüveler sebebiyle birçok devrimci potansiyeli içinde barındırır. Üniversiteler de bu nüvelerin atılacağı yerlerdir ve tam da bu nedenle, ne sistemin kâr odaklı anlayışına ne de iktidarın muhalif sesleri susturan baskıcı zihniyetine teslim edilemez. “Barış için Akademisyenler” mücadelesi, akademi için mücadelenin bir parçasıdır. Akademinin atanan rektörlerden değil onu üniversite yapan unsurlardan meydana geldiğini anlatmanın bir yoludur bu mücadele. Üniversiteler, öğrenciler, üniversite çalışanları ve akademisyenlerden oluşur. Dolayısıyla, üniversitenin en önemli bileşeni olan öğrenciler de bu mücadelenin dışında kalamazlar.