1970’lerin sonundan itibaren halkın yükselen muhalefetini ezip kapitalizmin yeni sermaye birikim modeli olan neo-liberalizmin ülkemizdeki saç ayaklarının rahat rahat kurulabilmesi için yapılan darbenin muhattaplarıyız. Tutuklanan, işkence gören, infaz edilenler de biziz, düştüğü yerden kalkıp gelen “dipten dalga” da biziz.
Erkek şiddetine karşı “kadınlar vardır’’ diye haykıran kadınlarız; elimizden alınmaya çalışılan toplumsal hayatın tam ortasında, sokaklarda, meydanlarda, tüm iktidarlara inat.
Devletin resmi aracı beyaz toroslarla gözü korkutulmaya çalışılan bir halkın direnci, polisin basına “ibreti alem olsun” diye sergilediği devrimcilerden Remzi Basalak’ın öldürüleceğini bile bile kameralar önünde masaya indirdiği tekmeyiz.
Ege Üniversitesi’nde polisler tarafından ajanlık teklifini kabul etmediği için asılan Ali Serkan, Taksimde arkadaşları ile yürürken “derin f devletin” sıktığı tek kurşunla katledilen İstanbul Üniversitesi öğrencisi Önder Babat, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde polisler tarafından 3. kattan atılıp öldürülen Seher Şahin, sivil polislerin yakın mesafeden hedef gözeterek vurduğu Şerzan Kurt ve bir ölüp bin dirilen Beyazıt Meydanı’ndaki binler biziz! Üniversiteyi para basacak bir ticarethane gibi gören anlayışa cevabı, TBMM’de sarkıtılan “harçlara hayır” pankartı ile verdik.
Büyük konuştuk. “Ferman devletinse, üniversiteier bizimdir!” ‘dedik. Söylediğimiz sözün arkasında duran , durmaya devam edenlerdeniz.
“KAMPÜSE MAYA ÇALDIK, YA TUTARSA?”
Her şeyin metalaştığı bir dünyada kolektif bir emeğin inşa ettiği, para ilişkisinin olmadığı, tartışmaya ve paylaşmaya davet eden bir alan ihtimalini düşleyerek “kampüse maya çaldık!”. Çaldığımız mayaya da Çayhane ismini verdik. İstanbul Üniversitesi’nin kamuya açık bir çok alanında yanımızda getirdiğimiz tabureler, çay kazanı, pankartlar, elektrik kabloları ve masalarla kurduğumuz; her öğrencinin istediği gibi çayını alıp sohbetimize katılabileceği kapısız bir mekan inşa ettik. Her türlü kadın düşmanlığı, homofobi, milliyetçilik, para ilişkileri ve rekabetçilikten uzak; ve bunlarla mücadele eden, kerametin çayda olmayıp yan yana olmakta olduğunu gösteren bir yaşam alanını, okul yönetiminin baskısına karşı bizimle direnen, benim de katkım olsun diyerek bir kutu çay ya da şeker getiren, çay kazanını taşımamıza yardım eden tüm dostlarla birlikte oluşturduk. Tutan dayanışmanın mayasıdır; sözden daha fazlası, insanların hayatına değen somut bir pratiktir. Ve bu pratik bizim için insanların hayatına değdiği ve değiştirdiği ölçüde mücadele birikimine ekleyeceğimiz mütevazi bir damladır.
“TOHUM ALTTA NEFES NEFESE, KULAĞI GÖK GÜRÜLTÜSÜNDE”
Kampüsün içinde yaşadığımız sosyal hayatın yetersiz ve verimsiz oluşu, derslerde karşımıza çıkan cinsiyetçi söylemler, sorgulamanın, düşünmenin önünü açmaktan uzak ezberci eğitim sistemi bizim üniversiteye dair tahayyüllerimizden oldukça farklıydı. Kantinde, ders aralarında, bahçede ve İstanbul Üniversitesi’nin meşhur Hergele Meydanında açtığımız Çayhanede yan yana geldiğimiz arkadaşlarımızla yürüttüğümüz tartışmalar kurguladığımız üniversiteye dair bir alan açma gerekliliğini hissettiriyordu bizlere. Bu fikir çerçevesinde, alanın öznesi olan üniversite öğrencileri olarak gerek güncel siyasete dair tartışmaların yer aldığı gerekse öykü, şiir, film tanıtımı gibi edebi ve sanatsal yazıların içinde olduğu bir fanzin olan Günebakan’ı 2010 yılından itibaren çıkartmaya başladık. Yayınlandığı günden itibaren bencil, yalıtılmış, steril bir yaşamın dayatıldığı bir dünyada, hala üretmek ve paylaşmak gibi bir derdi olanların kanalı, sesini yükselttiği bir alan oldu Günebakan.
Dayanışmanın gücüne inanarak kulağımızı gökyüzüne diktik; “başka bir üniversitenin’’ mümkün olduğuna dair umudu yeşertmek için.
“LALELİ’DEN DÜNYAYA DOĞRU GİDEN BİR TRAMVAYDAYIZ”
Üniversite öğrencileri olarak kendi geleceğimiz, yaşam alanımız ve üniversitedeki sorunlarımız dışında başka sorumluluklarımız olduğunun bilincindeydik. Çünkü üniversiteye sıkışıp kalmak sorunlarımıza kalıcı çözüm getirmeyecekti. Ülkedeki ve dünyadaki sistem bizim asıl belirleyenimizdi; Kapitalizm, liberalizm, faşizm, emperyalizm… Egemen sistemin kendi fikrini tekrardan üretip aktarabileceği, yeri geldiğinde metalaştırıp-piyasalaştırıp etinden ve sütünden faydalanabileceği bir alandı üniversite. Önemli bir çabaydı bizim için içerdeki mücadeleyi dışardakine bağlamak, yeri geldiğinde toplumsal muhalefetin itici-motor gücü olmak.
“KAPİTALİZM ÖLDÜRÜR. İŞÇİ ÖLÜMLERİ KADER DEĞİL, ÖRGÜTLÜ BİR CİNAYETTİR!”
2012 yılının Nisan ayına kadar olan kısmında önlenebilir birçok ölümlü iş kazası üst üste gerçekleşti. Zonguldak’ta bir madende patlama, Adanada baraj kapağının patlaması, Erzurum’da bir göl içerisinde bulunan elektrik direğine ulaşmaya çalışan TEDAŞ işçilerinin sandallarının devrilmesi, Tuzla tersha- nelerindeki büyük kazalar ve bardağı taşıran son damla olan Beylikdüzü’nde bir AVM inşaatında işçilerin kalması için kurulan çadır barakalarda çıkan yangın.
Sorumlu ne oradaki işçi, ne de kaderdi! Sorumlu kapitalizm! Sorumlu daha fazla para kazanmak isteyen patronlar ve sistemin devamlılığı esası ile hareket eden devlet organları ve iktidar partileriydi. Önlenebilir olması nedeni ile de buna kaza denmesi kabul edilemez! Bunun adı devlet, iktidar ve patronlar eli ile göz göre göre işlenen cinayettir!
Hem Kürtçe hem Türkçe “Kapitalizm öldürür. İşçi Ölümleri Kader Değil, Örgütlü Bir Cinayettir!” yazılı pankartlarımızı Merkez Kampüs ve Edebiyat Fakültesi’ne astık. Okul yönetimi Kapitalizme söylenen bu sözü kendisine yedirememiş olacak ki 2 gün boyunca sürecek çatışmaları okula polis sokarak başlattı. Pankartımızı çaldılar, polisi öğrencilere saldırtıp ve okulu savaş alanına çevirdiler. Yeniden pankart hazırladık yeniden astık. Üniversite öğrencilerinin kararlı duruşu 2.günün sonunda üniversite yönetimini pes ettirdi ve polis ve özel güvenlik geldikleri yere geri döndü.
Üniversitedeki tüm muhalif kesim pankartı vermemek için canla başla direndi. Omuz omuza verilen direniş meyvesini vermişti. Ya hep beraber ya hiç birimiz dedik ve yan yana gelmekten asla geri durmadık.
“EM ROBOSKİ Jİ BİR NAKİN!
3 Mayıs Türkçülük günü nedeni ile Türk Ocakları ve İstanbul Üniversitesi kafa kafaya verip Edebiyat Fakültesinde 3 gün boyunca Türkçülük seminerleri düzenleyeceklerdi. Üniversite öğrencileri olarak “siz Türkçülük propagandası yaparsanız, biz de halkların kardeşliği propagandası yaparız” dedik. Halkların kardeşliğine inanan yüzlerce öğrenci okulu afişler ve pankartlarla donattık. Film gösterimleri, halaylar, müzik dinletileri… Tüm duvarlarda Halepçe, Beyazıt, Gazi, Çorum ve Maraş katliamlarını gösteren afişler. Ve Roboski’de devlet tarafından katledilen 34 Kürt vatandaş için Hergele Meydanı’na 34 temsili karton tabut diktik. Biz mücadelemizi üniversite dışına taşırdıkça, egemenler üniversiteye hapsetmeye çalıştı. O tabutlara bile tahammül edemeyen okul yönetimi Çevik Kuvveti okula sokarak tek tek ezdirdi. İstediklerini vermedik onlara. Konferansın olacağı kata çıkan her ırkçı katılımcı Halkların Kardeşliği Şenliği’nin düzenlendiği ve öğrencilere ait olan bahçeden ve Hergele Meydanı’ndan geçmek zorunda kaldı.
KOLAY YUTULAMAYAN TÜM DEMİR LEBLEBİLERE
Üniversite içinde sisteme alternatif olarak kurguladığımız ve inşa ettiğimiz alanlarda farklı dertler üzerinden birçok yan yana geliş yaşadık. Bu yan yana gelişlerimiz alan içinde farklı örgütlenme ihtiyaçlarını da beraberinde getirdi. Her alanda öz gücüne güvenerek hareket eden bizler sistemin en çok dışladığı kimliklerden olan kadın kimliğimiz etrafında bir araya geldik. Öznesi olduğumuz kadın mücadelesini her alanda var etmek için kolları sıvadık ve Mart 2014’te Demir Leblebi adlı fanzinimizi çıkartmaya başladık. Heteroseksist, doğa düşmanı, ataerkil sisteme karşı söz söyleyen kadınlar olarak yeniden inşa ettiğimiz dünyanın öznesi olarak biz de varız dedik. Hakkımız olan gecelere çıkarken ailelerimize karşı beraber kapıları çarpmak için, aşkta ve daha çok kavgada aynı safı tutmak için, bu düzene, erk’e eklemlenmiş erkeğe, insanı yerinden ve kendinden eden her şeye birlikte öfkelenmek için, birlikte ne kadar çok öfkelenirsek başımıza o kadar az şeyin geleceğini bildiğimiz için, bu iki yüzlü ahlak çukurunda hiçbir kadını tek başına bırakmamak için omuz omuza verdik.
BOŞLUKLARI ZİHNİMİZ, KÜRSÜLERİ AKADEMİSYENLER DOLDURUR
Arkamızda bıraktığımız sene ülkede çıkan iç savaşa dair barış çağrısında bulunan “suça ortak olmayacağız” isimli 1128 akademisyenin imzası olan bir bildiri yayınlandı. Barış sürecini bitirip savaş konseptine ülkeyi sokan iktidar saldırılarını meşrulaştırmak için imzacı akademisyenleri hedef tahtasına oturttu. İmzacı hocalarımızdan 4 ’ü tutuklandı. MSGSÜ öğrencileri yapılan bu huzursuzluğa karşı, Mimar Sinan öğrencilerinin haber portalı Politik Baykuş’un da çabalarıyla ve İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin haber portalı Hergele Postası’nın dayanışmasıyla, akademiyi savunmak ve kürsülerinden koparılmak istenen akademisyenler için okullarında nöbet masaları kurdu. Hocalarımız özgürlüğüne kavuşup okullarının kapılarından girene değin süngüyü yere düşürmedi. Bir derdimiz vardı: “Hocalarımıza öyle kolay kolay dokunamazsınız”. Bu derdi de yan yana gelişimiz ve sonrasın* da kurduğumuz ortak dil ile anlattık. Kazandık…
MÜCADELENİN YENİ BİR SAYFASI AÇILIRKEN…
Bugün AKP-Saray Faşizmi vitesi yükseltmiş, ülkeyi totaliter bir diktatörlükle yönetmeye başlamış iken, en temel ihtiyaçlarımızdan biri de bütün üniversiteleri kasıp kavuran güçlü bir öğrenci hareketidir. Bu tespitten hareketle, yukarıda kısaca bahsettiğimiz kendi deneyimlerimizden süzülenleri, coğrafyamızın mücadele hafızasıyla harmanlayarak, yeni bir sayfa açıyoruz. Yolumuza Öğrenci Faaliyeti’ni kurarak devam ediyoruz. Öğrenci Faaliyeti’nin amacı “hem politik hem maddi anlamda kendi özgücüne güvenen bir öğrenci hareketini var ederek, sömürünün olmadığı özgür bir ülkeyi yaratma mücadelesinde taş üstüne taş koymak”tır. Geçmiş mücadele pratiklerimizden damıttıklarımız, yaratıcılığımız ve yeni mücadeleleri kurma irademiz bugünün mücadele pratiğini inşa edecek; tarihin, şimdinin ve geleceğin çağrısı Öğrenci Faaliyetinin eylemleriyle yankılanacak… Geliyoruz… En aşağıdan vuracağız Saray’dan inleyecek!