Ataerkiye karşı Kadınlar Direnişte
*Bu yazı Öğrenci Faaliyeti Dergisi’nin 0.sayısında yayınlanmıştır.
Ataerkil sistemin hüküm sürdüğü binlerce yıllık insanlık tarihinde kadınlar hep ikinci plana atılmışlardır. Günümüzde de aynı durum ne yazık ki devam etmektedir. Erkek egemen sistemin ortaya koyduğu toplumsal cinsiyet rollerinden kadınlara düşen bir anne ve eş sıfatıyla evin içinde hayatına devam etmektir. Kamusal alandan mümkün olduğunca uzak tutulmak istenen kadınlar hem ekonomik hem de duygusal olarak erkeğe tabi kılınmaya çalışılmaktadır. Kadınlar bu rollerin ağırlığını çekmeye devam ederken bir yandan da sermaye baskısıyla her alanda vasıfsızlaşan iş gücüne dahil olma umuduyla işsizler ordusunun bir parçası olmaya itilmektedirler. Bu yazıda, ataerkil sistemin nasıl önce ailede sonra da okulda kurulduğu incelenecek, kurulan bu sistemin toplumsal hayatın farklı aşamalarında kadınların önüne çıkma biçimleri örneklendirilecektir.
İktidarların toplumlar üzerinde kurdukları hegemonya kurumlar tarafından işletilir. Bir kurum olarak aile, özel alanın mahremiyetinin altını çizen erk sayesinde kadın için kölelikle eş anlamlı hale getirilmiştir. Toplumsal cinsiyet rollerinin en görünür olduğu yer olan aile içinde kadının insanca yaşamı, aileye mensup erkek bireyin iradesine teslim edilmiştir. Kadına karşı şiddet için her zaman söylediğimiz gibi, aile içi şiddetin de faili kötü, zalim, ruh hastası erkekler değildir. Fail, ailedeki erktir, erkekliktir. Bu nedenle ne erk sahibi kadınlar bu faillikten azadedir; ne de kötü, zalim, ruh hastası olmayan/ kendini öyle görmeyen erkekler. Mücadelemiz aile içi şiddetin olmadığı bir dünya için değil; bu şiddeti üretme potansiyeli her daim var olan kapitalist ataerkil aile kurumunun olmadığı bir dünya içindir. Öyle ki kadın cinayetlerinin büyük bir bölümü ev içinde ya da mekandan bağımsız olarak çekirdek aileye mensup erkek bireyler tarafından işlenmektedir. Şiddet gören kadınların mahremiyet adı altında işkencecisine mahkum edilmesi, tehdit edilen kadınlara sağlanan korumaların zoraki ve yetersiz oluşu, boşanmanın hala yuva üzerinden bir yıkım olarak adlandırılması, taciz ve tecavüzde tahrik unsuru adı altında kadınların bu suçlarda sorumluluklarının olduğu algısı yaratılmaya çalışılması bunun bir devlet politikası olarak karşımıza çıktığını kanıtlamaktadır. Özel olanın politikliğine olan inancımız tüm bu belirtilen durumların bir sonucudur.
Devletin hegemonik aygıtlarından bir diğeri ise okuldur. Sistem içinde aileye doğan bireyler okullarda eğitilmektedirler. Eğitim sisteminin belirlediği müfredat ataerkinin yarattığı rollere uygun olarak şekillenmekte ve bu müfredat kadının gelecek yaşamını hem aile içinde göreceği baskıya hem de iş hayatındaki çifte sömürüye- işçi ve kadın olarak- razı olmasına dair bir eğitim sunmaktadır.
Bu sistem içerisinde dayatılan kuşkusuz cinsiyetçi bir eğitimdir ve bu cinsiyetler arasındaki eşitsizliği pekiştirmektedir. Üniversite içindeki yaşam da bundan bağımsız değildir. Sistemin yarattığı erkeklik kampüslerde de kendini inşa etmeye çalışmaktadır. Üniversite öğrencisi kadın arkadaşlarımız sınıf arkadaşları erkekler tarafından öldürülmekte, erkek akademisyenlerin tacizine uğramakta, yurtlarda giriş çıkış saatleri kısıtlanarak baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır. Derslerde kullanılan cinsiyetçi dil kadınları ikinci plana atmakta ve özgüvenlerini hedef almaktadır. Bu doğrultuda yaşanan psikolojik veya fiziksel erkek şiddetinin meşrulaştırıldığı yerlerden biri olarak üniversiteler biz kadınlar için mücadele alanlarımızın başında gelmektedir.
Bu bir sarmal; aileden okula oradan iş hayatına uzanan. Üniversitelerde yetişen bireyler iş hayatında da tüm erkeklikleriyle karşımıza çıkmaktalar. Kapitalist sistemin yarattığı rekabetçi bireylerin ilk hedef aldıkları kitle kadınlar olmaktadır. İş hayatından uzaklaştıramadıkları kadınlara mobbing uygulanmakta, psikolojik olarak diğer çalışanlar tarafından aşağılanmakta, cinsel tacize uğramaktadırlar. Dayatılan kıyafet zorunluluğu bile kadın ve erkeğin iş hayatındaki eşitsizliğine dair bir örnek oluşturmaktadır. Üniversite yıllarında özellikle part time çalışan kadın arkadaşlarımızın sayısı oldukça fazladır. Hem iş dünyasında hem ailede hem de okulda kadın olmanın mücadeleyle eş anlamlı olduğu yaşadığımız deneyimlerimiz doğrultusunda karşımızda durmaktadır.
Tacize, tecavüze veya psikolojik şiddete maruz kalan herhangi bir kadının kendini yalnız hele ki suçlu asla hissetmemesi, kadın mücadelesinin kişilere dair bir sorun değil ataerkil sistemin toplumsal olarak inşa ettiği politik bir sorun olduğunun kabulü olması açısından önemlidir. Herkese ulaşabilme gücü bakımından bu yalnızlık ve suçluluk hissini ortadan kaldıracak bir araç olarak medya işlevsel görünebilir. Fakat görünür olmanın önemi doğru temsil edilebilmekten kaynaklanmaktadır; aksi ataerkil kapitalist sistemin cinsiyetçi söylem ve politikalarını meşrulaştırmaktadır.Fiziksel veya psikolojik şiddete uğrayan kadınların basın-yayın organları tarafından temsil edilme biçimlerinde bir edilgenlik ve kadınları pasifize etme durumu karşımıza çıkmaktadır. Bu pasifize ediş ‘’mağdur kadın” sıfatıyla gerçekleştirilmekte; şiddet kişiselleştirilip ‘o kadına’’ özgü kılınmaya çalışıldığı oranda da toplumsal boyutundan uzaklaştırılmaktadır. Şiddeti toplumsal bağlamından kopartıp, kadınların mağdur edebiyatının güzide kahramanları olarak yansıtılmasını reddediyoruz. Bu demek değil ki; tacizi, tecavüzü, şiddeti gizleyelim; yokmuş gibi davranalım. Ama şunu da unutmayalım ki; biz bunlara karşı çıkanlar olarak varız, yeni bir düzen kuranlar olarak varız. Mağduru bir kenara koyalım, hatta direnişçiyi bile bir kenara koyalım. Biz kurucuyuz, biz devrimciyiz, ataerkiyi yıkacağız ve yerine sömürü ilişkisinin olmadığı bir düzen kuracağız. Bunlar boş laflar değil, kolay işler hiç değil, ama öfkemizi yönlendirirken bunu unutmamalıyız. Biz bu sömürü ilişkisine direnirken mağdurluk üzerinden yapmamalıyız bunu. Çünkü amacımız sömürüye değil dayanışmaya dayalı bir güç sahibi olmak.
Kadınlar bulundukları her alana dahildir. Binlerce yıllık ataerkil sistemin kadınları kamusal alandan uzaklaştırma çabalarına rağmen direniş her zaman kazandırmıştır. Sözünü söyleyen kadınlar geçmişten günümüze seslerini çoğaltarak ilerlemektedir. Toplumun bütün baskıcı unsurlarına karşı direnmek biz kadınlar için yaşamdır. Çünkü biliyoruz ki heteroseksist ataerkil sistem kendi yarattığı toplumsal cinsiyet rollerine uymayan hiçbir bireye nefes alma hakkı tanımamaktadır. Kadın cinayetleri, çocuk gelinler, trans cinayetleri, homofobi, bifobi, transfobi erkek egemen sistemin ürettiği politikaların sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşı direnmek ise yaşamın ta kendisidir.