Öğrenci Faaliyeti Çevirileri | Yeni Emperyalist Yapılanma – Samir Amin |
Çağdaş kapitalizm genelleşmiş tekellerin kapitalizmidir. Bununla kastettiğim, tekellerin artık tekel olmayan ve dolayısıyla görece özerk olan şirketlerden oluşan bir okyanusta adalar (ne kadar önemli olsalar da) değil, bütünleşmiş bir sistem oluşturdukları ve dolayısıyla artık tüm üretim sistemlerini sıkı bir şekilde kontrol etmeleridir. Küçük ve orta ölçekli şirketler ve hatta kendileri resmi olarak oligopollere ait olmayan büyük şirketler bile, yukarı ve aşağı yönde tekeller tarafından kurulan kontrol ağları içine alınmışlardır. Sonuç olarak, özerklik payları önemli ölçüde daralmış bu üretim birimleri tekellerin taşeronları haline gelmiştir. Bu genelleştirilmiş tekeller sistemi, 1980’ler ve 90’larda gelişen üçlü ülkelerdeki sermayenin merkezileşmesinde yeni bir aşamanın sonucudur.
Aynı zamanda, bu genelleşmiş tekeller dünya ekonomisine hükmeder. Küreselleşme, dünya kapitalizminin çeperlerinin (üçlü ortakların ötesindeki tüm dünya) üretici sistemleri üzerindeki kontrollerini uyguladıkları zorunluluklara kendilerinin verdiği isimdir. Bu, emperyalizmin yeni bir aşamasından başka bir şey değildir.
Bir sistem olarak, genelleşmiş ve küreselleşmiş tekelci kapitalizm, bu tekellerin sermayenin emek sömürüsünden elde ettiği (kâra dönüştürülmüş) artı değer kitlesi üzerinden bir tekel rantı elde etmesini sağlar. Bu tekeller küreselleşmiş sistemin çeperlerinde faaliyet gösterdikleri ölçüde, bu tekel rantı emperyalist bir rant haline gelir. Birbirini izleyen tüm tarihsel biçimlerinde kapitalizmi tanımlayan sermaye birikim süreci, sonuç olarak tekelci/emperyalist rantın maksimizasyonu tarafından yönetilir.
Sermaye birikiminin ağırlık merkezinin yer değiştirmesinin ardında, gelirlerin ve servetlerin sürekli olarak yoğunlaşması, tekel rantlarının artması ve çoğunlukla oligopol grupları kontrol eden oligarşiler (plütokrasiler) tarafından, emek gelirleri ve hatta tekelci olmayan sermayenin gelirleri aleyhine ele geçirilmesi yatmaktadır. Buna karşılık, sürekli büyüyen bu dengesizliğin kendisi ekonomik sistemin finansallaşmasının kaynağıdır. Demek istediğim, artığın giderek büyüyen bir kısmının artık üretici sistemlerin genişletilmesi ve güçlendirilmesine yatırılamayacağı ve bu büyüyen artığın “finansal yatırımının” tekeller tarafından kontrol edilen birikimi sürdürmek için mümkün olan tek alternatif olduğudur. Eşitsiz gelir (ve servet) dağılımındaki büyümeyi vurgulayan bu finansallaşma, beslendiği artan fazlayı üretmektedir.
Finansal yatırımlar (daha doğrusu finansal spekülasyon yatırımları), gayri safi milli hasıla büyüme oranlarıyla (ki bu da büyük ölçüde yanlıştır) ya da üretken sisteme yapılan yatırım oranlarıyla orantısız bir şekilde, nefes kesici oranlarda büyümeye devam etmektedir. Finansal yatırımlardaki nefes kesici büyüme, diğer şeylerin yanı sıra, başta devlet borçları olmak üzere her türlü borcun büyümesini gerektirmektedir. Mevcut hükümetler “borçların azaltılması” hedefini güttüklerini iddia ettiklerinde, kasıtlı olarak yalan söylemektedirler. Finansallaşmış tekellerin stratejisi, tekel rantlarından elde edilen fazlanın emilmesi için mali açıdan cazip bir araç olan borçta büyümeye ihtiyaç duyar. Söylendiği gibi “borcu azaltmak” için uygulanan kemer sıkma politikaları, aslında istenen sonuç olan borcun hacminin artmasına neden olur.
Plütokratlar: Çürümüş Kapitalizmin Yeni Yönetici Sınıfı
Birikimin mantığı, sermaye üzerindeki kontrolün giderek yoğunlaşması ve merkezileşmesinde yatmaktadır. Resmi mülkiyet dağınık olabilir (emeklilik planlarındaki hisselerin “sahipleri” gibi), oysa bu mülkiyetin yönetimi mali sermaye tarafından kontrol edilir.
Sermayenin egemenlik gücünde öyle bir merkezileşme düzeyine ulaşıldı ki, burjuvazinin şimdiye kadar bilinen varoluş ve örgütlenme biçimleri tamamen dönüştü. Burjuvazi başlangıçta istikrarlı burjuva ailelerinden oluşuyordu. Bir nesilden diğerine varisler, şirketlerinin uzmanlaşmış faaliyetlerini sürdürdüler. Burjuvazi uzun vadede kendini inşa etti ve geliştirdi. Bu istikrar “burjuva değerlerine” olan güveni teşvik etti ve bu değerlerin tüm toplumdaki etkisini arttırdı. Burjuvazi büyük ölçüde egemen sınıf olarak kabul edildi. Konfor ve zenginlik ayrıcalıklarına erişimleri, sundukları hizmetler karşılığında hak edilmiş görülüyordu. Ayrıca, bu manipüle edilmiş kavramın belirsizlikleri ve sınırlamaları ne olursa olsun, esas olarak ulusal yönelimli, ulusal çıkarlara duyarlı görünüyordu. Yeni yönetici sınıf bu gelenekten aniden koptu. Bazıları söz konusu dönüşümü, aktif hissedarların (hatta bazen popülist hissedarlar olarak nitelendirilen) mülkiyet haklarını tamamen yeniden tesis etmesi olarak tanımlamaktadır. Bu övgü dolu ve yanıltıcı niteleme, değişimi meşrulaştırmakta ve dönüşümün en önemli yönünün sermayenin kontrolündeki yoğunlaşma derecesi ve buna eşlik eden gücün merkezileşmesi olduğunu gözden kaçırmaktadır. Yeni egemen sınıf, eski burjuvazide olduğu gibi artık on binlerle veya milyonlarla ifade edilmemektedir. Dahası, yeni burjuvazinin büyük bir kısmı, çağımızın teknolojik atılımlarına yaptıkları katkılardan çok finansal operasyonlarının (özellikle borsadaki) başarısıyla ortaya çıkan yeni gelenlerden oluşmuştur. Bu kişilerin aşırı hızlı yükselişi, yükselişleri on yıllar süren selefleriyle tam bir tezat oluşturmaktadır.
Sermayenin yoğunlaşmasından daha da belirgin olan iktidarın merkezileşmesi, ekonomik ve siyasi iktidarın iç içe geçmesini pekiştirmektedir. Kapitalizmin “geleneksel” ideolojisi, genel olarak mülkiyetin, özellikle de küçük mülkiyetin- gerçekte orta ya da orta-büyük mülkiyetin istikrarıyla teknolojik ve sosyal ilerlemeyi sağladığı düşünülen erdemlerine vurgu yapmıştır. Bunun aksine, yeni ideoloji “kazananlara” övgüler yağdırırken, “kaybedenleri” başka hiçbir şey düşünmeksizin hor görmektedir. Burada “kazanan” neredeyse her zaman haklıdır, kullanılan araçlar yasadışı sınırında veya açıkça yasadışı olsa da ahlaki değerleri göz ardı etse de.
Çağdaş kapitalizm, birikim mantığının zorlamasıyla ahbap-çavuş kapitalizmine dönüşmüştür. İngilizcedeki ahbap-çavuş kapitalizmi terimi sadece “ekonomistlerin” (liberalizmin erdemlerine inanan samimi ve inançlı kişiler) daha önce kınadıkları Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’nın “az gelişmiş ve yozlaşmış” biçimleri için kullanılmamalıdır. Artık çağdaş Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’daki kapitalizm için de geçerlidir. Bu yönetici sınıfın mevcut davranışı, her ne kadar bu karşılaştırma aşağılayıcı ve aşırı görünse de mafyanın davranışına oldukça yakındır.
Çağdaş kapitalizmin siyasi sistemi artık plütokratiktir. Bu plütokrasi kendini “düşük yoğunluklu demokrasi” haline gelen temsili demokrasi uygulamasına uyarlamaktadır. İstediğinize oy vermekte özgürsünüz, bunun hiçbir önemi yok çünkü her şeye karar veren kongre ya da parlamento değil piyasadır. Bir plütokrasi de kendini başka yerlerde otokratik yönetim biçimlerine ya da seçim güçlerine uyarlar.
Bu değişiklikler orta sınıfların statüsünü ve küresel sistemle bütünleşme biçimlerini değiştirmiştir. Bu sınıflar artık eskisi gibi küçük meta üreticilerinden değil, ücretli çalışanlardan oluşmaktadır. Bu dönüşüm, artan bir farklılaşmanın damgasını vurduğu orta sınıfların krizi olarak ortaya çıkmaktadır: ayrıcalıklılar (yüksek maaşlılar) egemen oligopolistik sınıfın doğrudan temsilcileri haline gelirken, diğerleri yoksullaşmıştır.
Vurguncular: Çeperlerdeki Yeni Egemen Sınıf
Merkez/çeper karşıtlığı yeni değildir. Beş yüzyıl öncesinden bu yana kapitalizmin küresel yayılışının bir parçası olmuştur. Sonuç olarak ister bağımsız ister sömürge olsun, çevre kapitalist ülkelerin yerel yönetici sınıfları her zaman madun yönetici sınıflardı, ancak yine de ülkelerine bağlıydılar ve küreselleşmiş kapitalizme dahil olmalarından kâr elde ediyorlardı.
Büyük ölçüde kapitalizme/emperyalizme boyun eğmeden önce toplumlarına hâkim olanlardan türeyen bu sınıflar arasında önemli bir çeşitlilik vardır. Bağımsızlığın yeniden kazanılması genellikle bu eski (işbirlikçi) sınıfların yerini, ulusal kurtuluş hareketleriyle olan ilişkileri nedeniyle halkın gözünde (başlangıçta) daha meşru olan yeni yönetici sınıfların -bürokrasiler, devlet burjuvazileri- yer almasına yol açmıştır. Ancak burada da, ya eski emperyalizmin (1950’den önceki biçimler) ya da yeni emperyalizmin (Bandung döneminden 1980 civarına kadar) egemen olduğu çeperlerde, yerel egemen sınıflar görünür, göreceli bir istikrardan yararlandılar.
Yeni kolektif emperyalizmin (üçlü) oligopolistik kapitalizminin neden olduğu kesintiler, tüm bu eski egemen sınıfların çevredeki güçlerini gerçekten kökünden söküp atmış ve yerlerine benim vurguncular olarak adlandırdığım yeni bir sınıf getirmiştir. Söz konusu vurguncular yaratıcı girişimciler değil, iş adamlarıdır. Servetlerini, ister emperyalist devletlerin (özellikle CIA) temsilcileri ister oligopoller olsun, yerleşik hükümet ve sistemin yabancı efendileriyle olan bağlantılarından elde ederler. Gerçek bir siyasi ranttan yararlanan iyi maaşlı aracılar olarak hareket ederler. Biriktirdikleri servetin büyük bir kısmının kaynağı budur. Vurguncular artık hiçbir ahlaki ve ulusal değere bağlı değildir. Egemen merkezlerdeki alter-ego’larının bir karikatürü olarak, bireyin sözde yüceltilmesinin arkasında duran bir açgözlülükle “başarıdan”, para biriktirmekten başka bir şeyle ilgilenmezler. Mafyavari, hatta yasa dışı davranışlar asla uzakta değildir.
Yeni vurguncular sınıfının oluşumu, çağdaş Güney’in yaygın karakteristiği olan lümpen kalkınma biçimlerinin gelişiminden ayrılamaz. Ancak egemen bloğun ana eksenini bu sınıf sadece “yükselmeyen” ülkelerde oluşturmaktadır. “Yükselen” ülkelerde hâkim blok farklıdır.
Ezilen Sınıflar: Genelleşmiş Ama Segmentleşmiş Bir Proletarya
Karl Marx, proleteri (emek gücünü sermayeye satmak zorunda kalan insan) titizlikle tanımlamış ve bu satışın koşullarının (Marx’ın terimleriyle “resmi” ya da “gerçek”) her zaman farklı olduğunu kabul etmiştir. Proletaryanın bölünmüşlüğü yeni bir olgu değildir. Bu tanım, on dokuzuncu yüzyılda yeni imalat sektöründeki işçiler ya da daha iyi bir örnek olarak yirminci yüzyıldaki Fordist fabrikalar gibi sınıfın bazı kesimleri için daha doğruydu. İşyerine odaklanmak ortak mücadelelerde dayanışmayı ve siyasi bilincin olgunlaşmasını kolaylaştırdı, ancak bazı tarihsel Marksizmlerde işçiciliği de teşvik etti. Sermayenin modern teknolojilerin sunduğu olanakları, taşeronlaştırılmış ya da yerelleştirilmiş üretimin kontrolünü kaybetmeden uygulama stratejisinden kaynaklanan üretimin parçalanması, dayanışmayı zayıflatmakta ve çıkarların algılanmasındaki çeşitliliği güçlendirmektedir.
Böylece proletarya tam da daha yaygın hale geldiği anda ortadan kalkıyor gibi görünür. Küçük, özerk üretim biçimleri ve milyonlarca köylü, zanaatkâr ve tüccar yok olur ve yerlerini taşeron işçiliği, mağaza zincirleri vb. alır. Hem maddi hem de maddi olmayan üretimde çalışanların yüzde doksanı resmi anlamda ücretli işçi haline gelmiştir. Ücretlerdeki çeşitlenmeden bazı sonuçlar çıkardım. Gerekli nitelikler için eğitim maliyetleriyle orantılı olmak bir yana, bu çeşitlilik aşırı derecede vurgulanmaktadır. Yine de bu durum dayanışma duygusunun yeniden doğmasını engellememiştir. İşgal hareketleri “Biz, yüzde 99’uz” der, bu ikiz gerçeklik- sermayenin herkesi sömürmesi ve bu sömürünün farklı biçimleri ve şiddeti- “insanlar arasındaki çelişkileri” görmezden gelemeyen ama yine de hedeflerin yakınlaştırılmasına doğru ilerlemekten vazgeçemeyen sol için bir meydan okumadır. Bu da yeni genelleşmiş proletaryanın örgütlenme ve eylem biçimlerinde çeşitlilik anlamına gelmektedir. “Hareket” ideolojisi bu zorlukları görmezden gelmektedir. Saldırıya geçmek, stratejik hedeflerin birliği hakkında düşünebilen merkezlerin kaçınılmaz olarak yeniden inşasını gerektirir.
Yeni ortaya çıkmış olsun ya da olmasın, çevre ülkelerdeki genelleşmiş proletarya imajı en az dört açıdan farklıdır: (1) gelişmekte olan ülkelerde görülebilen “işçi sınıfının” ilerlemesi; (2) yine de kapitalist pazara giderek daha fazla entegre olan ve sonuç olarak dolaylı da olsa sermaye tarafından sömürülen geniş bir köylülüğün varlığını sürdürmesi; (3) lümpen gelişmeden kaynaklanan “hayatta kalma” faaliyetlerinin son derece hızlı büyümesi; ve (4) orta sınıfların geniş kesimlerinin büyümeden münhasıran yararlananlar olmalarına rağmen muhafazakar konumları. Bu koşullarda radikal solun önündeki zorluk, Üçüncü Enternasyonal’den türetilen terimleri kullanırsak “köylüleri ve işçileri birleştirmek”, işçileri (sözde enformel olanlar dahil), eleştirel aydınları ve orta sınıfları anti-komprador bir cephede birleştirmektir.
Siyasi Hakimiyetin Yeni Biçimleri
Sistemin ekonomik temelinde ve ona eşlik eden sınıf yapılarında meydana gelen dönüşümler, gücün uygulanma koşullarını değiştirmiştir. Siyasi hakimiyet artık yeni tarz bir “siyasi sınıf” ve yalnızca genelleşmiş tekelciliklerin soyut kapitalizmine hizmet etmeye adanmış bir medya rahipliği aracılığıyla ifade edilmektedir. “Kral olarak birey” ideolojisi ve dünyayı dönüştürmek, hatta “hayatı değiştirmek”(!) isteyen “hareket” yanılsamaları -işçilerin ve halkların iktidarı ele geçirmesi sorununu ortaya koymaksızın- sermayenin yeni iktidar uygulama yöntemlerini pekiştirmektedir.
Bu çeperlerde, lümpen kalkınma iktidarın kullanımını komprador bir devlet ve vurguncular sınıfıyla sınırladığında son derece karikatürize bir biçim elde edilir. Buna karşın, gelişmekte olan ülkelerde, meşruiyetini uygulanan politikaların ekonomik başarısından alan farklı türden toplumsal bloklar gerçek iktidarı kullanmaktadır. “Küreselleşmiş kapitalizmde ve kapitalist araçlarla” ortaya çıkmanın merkezlere yetişmeyi mümkün kılacağı yanılsaması, bu bağlamda mümkün olanın sınırlılıkları ve buna eşlik eden sosyal ve siyasi çatışmalarla birlikte, ya en iyiye (sosyalizm yönünde) ya da en kötüye (başarısızlık ve yeniden kompradorlaşma) doğru ilerleyebilecek farklı olası gelişmelere kapı açmaktadır.
Çürümüş Kapitalizm ve Burjuva Uygarlığının Sonu
Burada tanımlanan yeni egemen sınıfların özellikleri konjonktürel olgular değildir. Bunlar, çağdaş kapitalizmin operasyonel gerekliliklerine tam olarak karşılık gelmektedir.
Burjuva uygarlığı -her uygarlık gibi- ekonomik sistemin yeniden üretim mantığına indirgenemez. İdeolojik ve ahlaki bir bileşen içerir: bireysel inisiyatife övgü, elbette, ama aynı zamanda dürüstlük ve yasalara saygı, hatta en azından ulusal düzeyde ifade edilen halkla dayanışma. Bu değer sistemi, bir bütün olarak toplumsal yeniden üretime belirli bir istikrar sağlamış ve onun hizmetindeki siyasi temsiller dünyasına damgasını vurmuştur.
Bu değer sistemi yok olmakta, onun yerini hiçbir değeri olmayan bir sistem almaktadır. Cehalet ve bayağılık, “egemenlerin” dünyasında giderek artan bir çoğunluğu karakterize etmektedir. Bu türden dramatik bir değişim bir uygarlığın sonunu müjdeler, diğer çöküş dönemlerinde açıkça görülebilen şeyleri yeniden üretir. Tüm bu nedenlerden ötürü, çağdaş oligopolistik kapitalizmin, görünürdeki anlık başarıları ne olursa olsun, yeni bir barbarlığa giden yolda tamamen emildiği için, artık kesin bir şekilde çürümüş olarak tanımlanması gerektiğini düşünüyorum. (Burada otuz yıldan daha eski olan “Devrim mi Çöküş mü?” adlı çalışmama atıfta bulunuyorum.)
“Küreselleşmiş” (emperyalist) ve finansallaşmış, genelleşmiş tekelci kapitalizm sistemi gözlerimizin önünde çöküyor. Bu sistem gözle görülür bir şekilde artan iç çelişkilerinin üstesinden gelmekten acizdir ve çılgınca koşuşturmasını sürdürmeye mahkumdur. Sistemin krizi, kendi “başarısından” başka bir şeyden kaynaklanmamaktadır. Tekellerin uyguladığı strateji bugüne kadar hep istenilen sonuçları vermiştir: kemer sıkma planları, sözde sosyal (aslında antisosyal) işten çıkarma planları, direnişe rağmen hala dayatılmaktadır. İnisiyatif bugün bile tekellerin (piyasaların) ve onların siyasi uşaklarının (kararlarını piyasanın sözde gerekliliklerine teslim eden hükümetlerin) elindedir.
Emperyalist tahakküme meydan okuma fikriyle başlayan mücadele ve çatışmaların analizi, Güney’deki bazı ülkelerin yeni “ortaya çıkış” olgusunu konumlandırmamızı sağlıyor.
Yine de kapitalizmin bu sonbaharı, mücadele içindeki işçilerin ve halkların “kapitalizmin krizini sona erdirmek” değil, “kapitalizmi sona erdirmek” için gerekenleri doğru bir şekilde değerlendirdikleri anlamına gelen “halkların baharı” ile aynı zamana denk gelmemektedir. Bu henüz gerçekleşmemiştir. Kapitalizmin sonbaharı ile halkların olası baharını birbirinden ayıran boşluk, tarihin şu anki anına tehlikeli derecede dramatik bir karakter kazandırmaktadır. Kapitalist düzenin savunucuları ile onların direnişinin ötesinde, insanlığı uygarlığın daha yüksek bir aşaması olarak görülen sosyalizme giden uzun yola itebilecek olanlar arasındaki savaş henüz başlamadı. Dolayısıyla tüm alternatifler -en iyisi kadar en barbarı da- mümkündür.
Bu uçurumun varlığı bazı açıklamalar gerektirmektedir. Kapitalizm sadece emeğin sermaye tarafından sömürülmesine dayalı bir sistem değildir. Aynı zamanda dünya ölçeğindeki gelişiminde kutuplaşmaya dayalı bir sistemdir. Kapitalizm ve emperyalizm aynı gerçekliğin, tarihsel kapitalizmin birbirinden ayrılmaz iki yüzüdür. Bu sisteme karşı meydan okuma, yirminci yüzyıl boyunca 1980’e kadar, işçilerin ve ezilen halkların zaferle sonuçlanan uzun bir mücadele dalgası içinde gelişmiştir. Marksizm ve komünizm bayrakları altında gerçekleştirilen devrimler, sosyalizme giden aşamalı bir yol bağlamında fethedilen reformlar, sömürgeleştirilmiş ve ezilen halkların ulusal kurtuluş hareketlerinin zaferleri, hepsi birlikte, işçiler ve halklar için öncekinden daha az olumsuz olan güç ilişkileri inşa etmiştir. Ancak bu dalga, yeni ilerlemelerle kendi devamını sağlayacak koşulları yaratmayı başaramadan tükenmiş, bu tükeniş, tekelci sermayenin yeniden saldırıya geçmesine ve mutlak ve tek taraflı gücünü yeniden tesis etmesine izin verirken, sisteme yönelik yeni bir meydan okuma dalgasının ana hatları zar zor fark edilebilmiştir. Henüz bitmemiş olan gecenin ve henüz başlamamış olan günün o ürkütücü ışığında canavarlar ve hayaletler şekillenir. Genelleşmiş tekelci kapitalizm gerçekten korkunçken, reddedici güçlerin tepkileri hala büyük ölçüde belirsizdir.
Yükseliş ve Lümpen-Kalkınma
Yükseliş terimi çeşitli kişiler tarafından son derece farklı bağlamlarda ve çoğu zaman anlamı net bir şekilde tanımlanmadan kullanılmaktadır. Yükseliş, Dünya Bankası ve geleneksel ekonomistlerin gördüğü gibi, uzun bir süre boyunca, on yıldan fazla, gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) veya ihracatta yüksek bir büyüme oranıyla veya söz konusu toplumun kişi başına düşen GSYİH’de yüksek bir seviyeye ulaşmasıyla ölçülmez. Yükseliş çok daha fazlasını ifade eder: bir ülkenin sanayi üretiminde sürekli büyüme ve bu sanayilerin dünya ölçeğinde rekabet edebilme yeteneğinde artış.
Ayrıca, iki sorunun daha açıklığa kavuşturulması gerekmektedir: hangi endüstrilerin söz konusu olduğu ve rekabetçilikten ne kastedildiği. Doğanın güzellikler bahşettiği ülkelerde, söz konusu ülkenin tüm üretken faaliyetlerini peşinden sürüklemeden tek başına hızlandırılmış büyüme üretebilen maden çıkarma endüstrilerini (madenler ve yakıtlar) hariç tutmalıyız. Bu “yükselmeyen” durumların uç örnekleri Körfez ülkeleri, Venezüella ve Gabon’dur. Ayrıca ekonomideki üretken faaliyetlerin rekabet gücünün yanı sıra üretken sistemin bir bütün olarak rekabet gücünün de göz önünde bulundurulması gerekir, sadece kendi başlarına ele alınan belirli sayıda üretim biriminin rekabet gücünün değil. Güney ülkelerinde faaliyet gösteren çok uluslu şirketler, yerelleştirme veya taşeronlaştırma yoluyla, dünya pazarında ihracat yapabilen yerel üretim birimlerinin, çok uluslu şirketlerin yan kuruluşları veya özerk birimler, kurulmasının arkasında olabilir ve bu da onları geleneksel ekonomi açısından rekabetçi kılar. Bir üretim sisteminin rekabet gücü, her düzeydeki işçilerin genel eğitim ve öğretim düzeyleri, ulusal politik-ekonomiyi yöneten tüm kurumların etkinliği (vergi sistemi, şirketler hukuku, çalışma hakları, kredi, kamu desteği, vb) gibi çeşitli ekonomik ve sosyal faktörlere bağlıdır. Buna karşılık, söz konusu üretken sistem yalnızca üretim ve tüketim için mamul mallar üreten işleme endüstrilerine indirgenmemeli, bunların yokluğu gerçekten de adına layık bir üretken sistem olmadığı anlamına gelir, aynı zamanda gıda ve tarımsal üretimin yanı sıra sistemin normal işleyişi için gerekli hizmetleri de (özellikle ulaşım ve kredi) içermelidir.
O halde ”yükseliş” kavramı, soruna siyasi ve bütüncül bir yaklaşım anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, bir ülke ancak hükümet tarafından uygulanan politikalar içe dönük bir ekonomi (dışa açık olsa bile) inşa etme ve güçlendirme amacını taşıdığı ve bunun sonucunda ulusal ekonomik egemenliğini ortaya koyabildiği ölçüde gelişmektedir. Bu karmaşık hedef, söz konusu egemenliğin ekonomik hayatın tüm yönlerini kapsadığı anlamına gelmektedir. Özellikle de bir ülkenin gıda egemenliğinin yanı sıra doğal kaynakların kontrolü ve bunlara ulusal toprakları dışından erişim üzerindeki egemenliğini güçlendirmesini mümkün kılan bir politika anlamına gelir. Bu çoklu ve birbirini tamamlayan hedefler, uyguladığı büyüme modelini hâkim “liberal-küreselleşmiş” dünya sisteminin gereklerine ve sunduğu imkanlara göre ayarlamakla yetinen komprador bir hükümetin hedefleriyle taban tabana zıttır.
Şu ana kadar belirli bir devlet ve toplum tarafından uygulanan siyasi stratejinin yönelimi hakkında hiçbir şey söylemedik: Kapitalist mi yoksa sosyalizme doğru mu ilerliyor? Ancak bu soru tartışma dışı bırakılamaz çünkü egemen sınıfın yönelim tercihinin yükselişin başarısı üzerinde olumlu ya da olumsuz önemli etkileri vardır. Bir yandan yükselme politikaları ile diğer yandan bunlara eşlik eden toplumsal dönüşümler arasındaki ilişki, yalnızca birincisinin iç tutarlılığına değil, aynı zamanda ikincisiyle tamamlayıcılık (veya çatışma) derecesine de bağlıdır. Toplumsal mücadeleler-sınıf mücadeleleri ve siyasi çatışmalar-devletin yükseliş projesinin mantığına “uyum sağlamaktan” kaynaklanmaz; bunlar devletin ne yaptığının belirleyicisidir. Mevcut deneyimler bu ilişkilerdeki çeşitliliği ve dalgalanmaları göstermektedir. Yükseliş’e genellikle eşitsizliklerin kötüleşmesi eşlik etmektedir. Ancak bu eşitsizliklerin kesin doğası ortaya konmalıdır: Bu eşitsizlikler, çalışanların çoğunluğu yoksullaşırken küçük bir azınlığın ya da daha büyük bir azınlığın (orta sınıflar) izlenen politikalardan yararlandığı bir bağlamda mı, yoksa gelirlerindeki artış oranı sistemden yararlananlarınkinden daha düşük olsa bile bu çoğunluğun yaşam koşullarında bir iyileşme olduğu bir bağlamda mı ortaya çıkmaktadır? Başka bir deyişle, uygulanan politikalar ortaya çıkmayı yoksullaşmaya bağlayabilir ya da bağlamayabilir. Yükseliş, bir ülkenin tek seferde elde ettiği bir statü değildir. Birbirini izleyen adımlardan oluşur; önceki adımlar başarılı olursa sonrakilere zemin hazırlar ya da başarılı olmazsa bir çıkmaza yol açar.
Aynı şekilde, yükselen ekonomi ile dünya ekonomisi arasındaki ilişkinin kendisi de sürekli bir dönüşüm içindedir ve ulus içindeki sosyal dayanışmayı destekleyebilecek ya da zayıflatabilecek farklı genel olasılıkların bir parçasıdır. Dolayısıyla yükseliş, ihracattaki büyüme ve bu şekilde ölçülen bir ülkenin yükselen gücü ile eş anlamlı değildir. İhracattaki büyüme, (çalışan sınıflar, orta sınıflar için) belirlenmesi gereken bir iç pazarın büyümesine bağlıdır ve birincisi ikincisine destek ya da engel olabilir. Dolayısıyla ihracattaki büyüme, yükselen ekonominin dünya sistemiyle ilişkilerindeki göreli özerkliğini zayıflatabilir ya da güçlendirebilir.
Yükseliş sadece ekonomik bir proje değil, aynı zamanda siyasi bir projedir. Dolayısıyla başarısının değerlendirilmesi, yükselen ülkelerin geleneksel ekonomi terimleriyle ölçülen ekonomik başarılarına rağmen, hâkim kapitalist merkezlerin egemenliklerini sürdürme biçimlerini azaltma kapasitesinin incelenmesine dayanmaktadır. Kendi adıma, bu araçları teknolojik gelişme, doğal kaynaklara erişim, küresel finans ve para sistemi, enformasyon araçları ve kitle imha silahlarının egemen güçler tarafından kontrolü açısından tanımladım. Ayrıca, dünya hakimiyetindeki ayrıcalıklı konumunu her ne şekilde olursa olsun korumayı ve yeni ortaya çıkan herhangi bir ülkenin bu hakimiyete meydan okumasını engellemeyi amaçlayan üçlü bir kolektif emperyalizm olduğu tezini de savunuyorum. Buradan, yükselen ülkelerin hırslarının emperyalist üçlünün stratejik hedefleriyle çatışma halinde olduğu ve bu çatışmadaki şiddetin boyutunun, yükselen ülkelerin yukarıda sayılan merkezin ayrıcalıklarına meydan okumalarındaki radikalliğin derecesiyle orantılı olduğu sonucuna varıyorum.
Yükseliş ekonomisi de söz konusu ülkelerin uluslararası politikalarından ayrı tutulamaz. Bu ülkeler kendilerini üçlü siyasi-askeri koalisyonla aynı hizaya getiriyorlar mı? Sonuç olarak, NATO tarafından uygulanan stratejileri kabul ediyorlar mı? Yoksa bunlara karşı koymaya mı çalışıyorlar?
Otantik bir yükseliş projesi, genelleşmiş tekellerin küreselleşmiş kapitalizminin gerekliliklerine tek taraflı boyun eğmeyi içeren projenin tam tersidir ve bu da ancak benim lümpen-kalkınma olarak adlandırdığım şeyle sonuçlanabilir. Burada, merhum Andre Gunder Frank tarafından benzer bir gelişmeyi analiz etmek için kullanılan terimi özgürce ödünç alıyorum, ancak farklı mekânsal ve zamansal koşullarda. Günümüzde lümpen-kalkınma, emperyalist merkezlerin tekelleri tarafından çevrenin egemen toplumlarına dayatılan (bu ismi hak etmeyen) “kalkınma” modeline bağlı olarak hızlanan toplumsal çözülmenin bir sonucudur. Bu durum, hayatta kalma faaliyetlerindeki (enformel alan olarak adlandırılan) dramatik büyümede, başka bir deyişle sermaye birikiminin tek taraflı mantığına içkin yoksullaşmada kendini göstermektedir.
Yükseliş deneyimleri arasında bazıları bu etiketi tamamen hak etmektedir çünkü bunlar lümpen-kalkınma süreçlerinin bir parçası değildir. Başka bir deyişle, bu durumlarda yoksullaşma çalışan sınıfları etkilemez. Bunun yerine, yaşam koşullarında mütevazı ya da güçlü bir iyileşme söz konusudur. Bu deneyimlerden ikisi açıkça kapitalisttir: Güney Kore ve Tayvan, bu iki ülkede ortaya çıkış projesinin başarısını mümkün kılan özel tarihsel koşulları burada tartışmayacağım. Diğer ikisi ise sosyalist devrimlerin mirasını devralmıştır: Çin ve Vietnam. Şu anda içinde bulunduğu çelişkilerin üstesinden gelmeyi başarırsa Küba da bu gruba dahil edilebilir.
Belirgin lümpen-kalkınma süreçleriyle bağlantılı başka yükseliş vakaları da vardır. Hindistan buna en iyi örnektir. Ülkenin durumunun bazı kısımları yükselişin gerektirdiği ve ürettiği şeylere karşılık gelmektedir. Büyük bir sanayi sistemini güçlendirmeyi amaçlayan bir devlet politikası var, buna eşlik eden bir orta sınıf genişlemesi var, teknolojik kapasitelerde ve eğitimde gelişme var ve dünya sahnesinde özerklik yeteneğine sahip bir dış politika var. Ancak aynı zamanda toplumun üçte ikisini oluşturan büyük çoğunluk için hızlandırılmış bir fakirleşme de söz konusudur. O halde bu, yükseliş ile lümpen-kalkınmayı birleştiren melez bir sistemin örneğidir. Hatta gerçekliğin bu iki yüzünün tamamlayıcılığını da ortaya koyabiliriz. Büyük bir genelleme yapma niyetinde olmadan, Brezilya, Güney Afrika ya da diğerleri olsun, gelişmekte olduğu düşünülen diğer tüm ülkelerin bu melez aileye ait olduğuna inanıyorum. Ama aynı zamanda, ki bu Güney’deki diğer ülkelerin çoğu için de geçerlidir, lümpen-kalkınma süreçleri açıkça baskınken, yükseliş unsurlarının çok az belirgin olduğu durumlar da vardır.
Maoizmin Katkıları
İkinci Enternasyonal’in “işçici” ve Avrupa-merkezci Marksizmi, dönemin egemen ideolojisiyle, tüm toplumların sosyalizme yönelmeden önce, sömürgeleştirmenin, bu bağlamda “tarihsel olarak olumlu”, tohumlarını attığı bir kapitalist gelişme aşamasından geçmek zorunda olduğu doğrusal bir tarih görüşünü paylaşıyordu. Bazılarının (egemen merkezler) “gelişmişliği” ile diğerlerinin (egemen çeperler) “azgelişmişliğinin” birbirinden ayrılamaz, aynı madalyonun iki yüzü gibi, her ikisi de kapitalizmin dünya çapındaki yayılmasının içkin ürünleri olduğu fikri ona tamamen yabancıydı.
Kapitalist küreselleşmenin doğasında var olan kutuplaşma, dünya çapında önemli sosyal ve siyasi sonuçları olan büyük bir olgu, kapitalizmin aşılmasına yol açacak bir perspektifi gerekli kılmaktadır. Bu kutuplaşma, egemen ülkelerdeki işçi sınıflarının ve her şeyden önce orta sınıfların, gelişmeleri dünya sistemindeki merkezlerin konumu tarafından desteklenen, büyük kesimlerinin sosyal-sömürgeciliğe olası desteğinin temelini oluşturmaktadır. Aynı zamanda, kapitalist dünya düzenine karşı sürekli doğal bir isyan içinde olan çevre ülkeleri (Çinlilerin deyimiyle) bir “fırtınalar bölgesine” dönüştürür. Kuşkusuz, isyan devrimle eşanlamlı değildir, ancak ikincisinin olasılığını arttırır. Diğer örneklerin yanı sıra 1968 vakasının da gösterdiği gibi, sistemin merkezinde bile kapitalist modeli reddetme motivasyonları eksik değildir. Kuşkusuz, Çin Komünist Partisi’nin bir zamanlar meydan okuma için seçtiği formülasyon, “kırsal kesim şehirleri çevreliyor”, sonuç olarak yararlı olamayacak kadar aşırıdır. Kapitalizmin ötesinde küresel sosyalizme geçiş için küresel bir strateji, merkezlerdeki mücadeleleri sistemin çeperlerindekilerle koordine etmelidir.
Başlangıçta V. I. Lenin, İkinci Enternasyonal’in egemen teorisinden uzaklaştı ve “zayıf halkada” (Rusya) başarılı bir devrime önderlik etti, ancak bunu, her daim Avrupa’da bir sosyalist devrim dalgasının izleyeceği inancıyla yaptı. Bu hayal kırıklığına uğramış bir umuttu. Lenin daha sonra isyanların Doğu’da devrimlere dönüşmesine daha fazla önem veren bir görüşe yöneldi. Ancak bu yeni perspektifi sistematik hale getirmek Çin Komünist Partisi ve Mao Zedong’a kalmıştı.
Maoizm, küreselleşmiş kapitalist-emperyalist genişlemenin temsil ettiği sorun ve zorlukların kapsamlı bir değerlendirmesine kapsamlı bir katkıda bulunmuştur. Analizin merkezine, doğası gereği emperyalist ve kutuplaştırıcı olan “gerçekten var olan” kapitalizmin genişlemesine karşıt olarak merkezleri/çeperleri yerleştirmemizi ve bu analizden hem egemen merkezlerde hem de egemen çeperlerde sosyalist mücadele için ima edilen tüm dersleri çıkarmamızı sağladı. Bu sonuçlar Çin tarzı güzel bir ifadeyle özetlenmiştir: “Devletler bağımsızlık ister, uluslar kurtuluş ister ve halklar devrim ister.” Devletler, dış güçlerin uşakları ve taşıyıcılarından başka bir şey olduklarında dünyadaki tüm ülkelerin yönetici sınıfları, (kapitalist) dünya sistemi içinde manevra yapmalarına ve kendilerini emperyalizmin baskın taleplerine tek taraflı olarak uyum sağlamaya mahkûm “pasif” aktörlerden dünya düzeninin şekillendirilmesine katılan “aktif” aktörlere yükseltmelerine olanak tanıyan hareket alanlarını genişletmek için çalışırlar. Uluslar -yani potansiyel olarak gelişmeci sınıfların tarihsel blokları, kurtuluş, özellikle de “kalkınma” ve “modernleşme” istemektedir. Halklar, yani ezilen ve sömürülen emekçi sınıflar ise sosyalizmi arzulamaktadır. Bu ifade, gerçek dünyayı tüm karmaşıklığıyla anlamamızı ve dolayısıyla etkili eylem stratejileri formüle etmemizi sağlar. Kapitalizmden küresel sosyalizmine geçişin uzun, hatta çok uzun olacağı görüşünü paylaşır ve sonuç olarak Üçüncü Enternasyonal’in “kısa geçiş” kavramından ayrılır.
Ekoloji ve Marksizm
Ekolojik sorun neredeyse tüm tartışmalarda gündeme gelmektedir. Ekolojik felaketlerin boyutları artık açıkça görülebildiği için bu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu tartışmalar nadiren kafa karışıklığının ötesine geçebilmektedir. Hareketlerin sadece küçük bir kısmı bu soruna verilecek yanıtın kapitalist birikim mantığını geride bırakmayı gerektirdiğini anlıyor. Yerleşik güçler tehlikeyi çabucak anladılar ve yeşil bir kapitalizmin mümkün olduğunu göstermek için sözde bilimsel, gerçekte ise tamamen ideolojik propaganda olan büyük çabalar harcadılar. Bu konuya “sürdürülebilir” kalkınma sorunlarına ilişkin analizlerimde değinmiştim. Buna karşılık, Mathis Wackernagel ve William Rees’in atıfta bulunduğum çalışmalarının, kapitalizmden kopmak koşuluyla kullanım değerlerinin hesaplanmasının, hesaplama kelimesinin altını çiziyorum (yani sayısallaştırılmış bir ölçü), mümkün olduğunu gösterdiğini iddia etmiştim. François Houtart’ın kitabı (2010) “yeşil kapitalizm” aldatmacasını incelemektedir. John Bellamy Foster (2000) bir ekolojist olarak Marx’ın ustaca bir analizini yapmıştır. Bu nedenlerle, okuyucuların bu sorulara ilişkin benim bakış açımın ne olduğunu bilmelerinin faydalı olacağına inanıyorum, ki bu bakış açısını birçok tartışmada yorulmadan savundum. Aşağıdaki metin The Law of Worldwide Value (2010) adlı kitabımdan alınmıştır.
Her ne kadar her ikisi de “kalkınmanın” yıkıcı etkilerini haklı olarak kınasa da çevrecilikteki baskın akımların, özellikle de köktendincilerin bakış açısı kesinlikle Marksizm’in bakış açısı değildir.
Çevrecilik bu yıkıcı etkileri, insanın doğanın bir parçası olmadığı, ancak doğayı kendi ihtiyaçlarının tatminine tabi kılma iddiasında olduğu “modernite”nin Avrupa-merkezci ve Promethean felsefesine bağlamaktadır. Bu tez ölümcül bir kültüralist sonuç doğurur. İnsanlığın doğaya, “annesine” ait olduğunu vurgulayan başka bir felsefeyi takip etme çağrısına ilham verir. Bu düşünceyle, Hinduizm’in belirli bir yorumundan türetilenler gibi sözde alternatif ve daha iyi felsefeler, sözde Batı felsefesine karşıt olarak övülmektedir. Bu, Hindu toplumunun ne şiddet kullanımı, Hindu toplumu iddia edildiği kadar şiddet karşıtı değildir, ne de doğanın sömürüye tabi tutulması bakımından sözde Batı toplumlarından farklı olmadığı (ve gerçekten farklı değildir) gerçeğini göz ardı eden kötü düşünülmüş bir övgüdür.Marx analizini tamamen farklı bir zeminde geliştirir. Sermaye birikiminin yıkıcı karakterini, kapitalizmin yalnızca anlık kâr arayışı (kısa vadeli kârlılık) tarafından yönetilen rasyonalite mantığına bağlar. Bunu ortaya koyar ve Kapital‘in 1. cildinde açık sonuçlara varır.
Tarihi ve gerçekliği yorumlamaya yönelik bu iki yöntem, “kalkınma”nın yıkıcı etkileri olan meydan okumayla başa çıkmak için “ne yapılması gerektiği” konusunda farklı yargılara yol açmaktadır. Çevreciler “gelişmeyi kınamaya” yönlendirilmekte ve böylece bilimsel keşifleri ve teknolojik gelişmeleri olumsuz görme konusunda post-modernistlere katılmaktadırlar. Bu kınama da en azından pek gerçekçi olmayan, geleceğin nasıl olabileceğine dair bir öngörü yöntemine yol açmaktadır. Böylece, belirli bir doğal kaynağın (örneğin fosil yakıtlar) tükeneceğine dair öngörülerde bulunulmakta ve daha sonra bu son derece endişe verici sonuçların geçerliliği, gezegenin kaynaklarının sonsuz olmadığı iddiasıyla genelleştirilmektedir ki bu ilke olarak kesinlikle doğrudur, ancak bundan çıkarılabilecek sonuçlar açısından doğru olması gerekmez. Dolayısıyla, belirli bir alarmcı sonuca karşı çıkabilecek gelecekteki olası bilimsel keşifler göz ardı edilmektedir. Elbette uzak gelecek bilinmezliğini korumaktadır ve “gelişmenin” gelecekteki bilinmeyen zorluklara çözüm bulmayı her zaman mümkün kılacağının hiçbir zaman garantisi olmayacaktır. Bilim, sonsuzluk inancının (dini veya felsefi) yerine geçmez. Bu bağlamda, tartışmayı zorlukların doğası ve bunlarla başa çıkma yolları üzerine oturtmak bizi hiçbir yere götürmeyecektir.
Aksine, tartışmayı Marx’ın açtığı zemine -kapitalizmin analizine- oturtarak, zorlukları analiz etmede gelişme kaydedebiliriz. Evet, gelecekte de doğanın zenginliklerini kontrol etmeye yönelik teknolojilerin türetilebileceği bilimsel keşifler olacaktır. Ancak çelişkiye düşme korkusu olmadan iddia edilebilecek olan şey, kapitalizmin mantığı toplumu seçimlerini kısa vadeli karlılık temelinde yapmaya zorladığı sürece, ki bu sermayenin değerlenmesiyle ima edilmektedir, yeni bilimsel gelişmelerden yararlanmak için uygulanacak teknolojilerin yalnızca kısa vadede karlı olmaları halinde seçileceğidir. Sonuç olarak bu, söz konusu teknolojilerin çevresel açıdan yıkıcı olma riskinin giderek artacağı anlamına gelmektedir. İnsanlık, ancak sermayenin değerlenmesiyle ilişkili değişim değerleri yerine kullanım değerlerine öncelik vermeye dayalı bir toplum yönetimi tasarladığında, insanlık ve doğa arasındaki ilişkilerin daha iyi yönetilmesi için gerekli koşullar bir araya gelecektir. “Daha iyi yönetim” diyorum, “mükemmel yönetim” değil. İkincisi, tüm insan düşünce ve eylemlerinin tabi olduğu sınırlamaların ortadan kaldırılması anlamına gelir. Geliştirdiğim erken dönem Avrupa-merkezcilik eleştirisi, Avrupa-merkezcilik kitabımın ikinci ve genişletilmiş baskısında ele alınmıştır, kültüralist, postmodernist ve sözde çevreci söyleme bir karşı duruş olarak Marx tarafından başlatılan çalışmayı devam ettirmektedir.
Çevrecilerin bu soruları kusurlu bir teorik bağlamda tartışmayı tercih etmeleri, onları sadece teorik değil, her şeyden önce siyasi çıkmazlara hapsetmektedir. Bu seçim, sermayenin egemen güçlerinin, kendisinden kaynaklanan tüm siyasi önerileri manipüle etmesine olanak sağlamaktadır. Alarmcılığın, emperyalist üçlünün toplumlarının gezegenin kaynaklarına münhasır erişim ayrıcalıklarını korumalarına izin verdiği ve çevre halklarının, iyi ya da kötü, gelişimlerinin gereklilikleriyle başa çıkabilmelerini engellediği iyi bilinmektedir. “Karşı-alarmcı” görüşlere, bunların lobilerin (örneğin otomobil lobisi) uydurmaları olduğu (tartışılmaz) gerçeğine işaret ederek yanıt vermek etkisizdir. Sermaye dünyası her zaman bu şekilde işler: Sermaye kesimlerinin belirli çıkarlarını savunan lobiler durmaksızın birbirleriyle karşı karşıya gelir ve gelmeye de devam edecektir. Enerji-yoğun tercihleri savunan lobiler şimdi “yeşil” kapitalizmi savunan lobilerle karşı karşıya geliyor. Çevreciler ancak Marksist olmaları gerektiğini anlarlarsa bu labirentten çıkabileceklerdir.
Notlar
1. Bakınız Samir Amin, “Révolution ou Decadence? La Crise du Système Impérialiste Contemporain et Celle de l’Empire Romain,” Review: A Journal of the Fernand Braudel Center 4, no. 1 (1980): 155-67.
2. Bakınız Samir Amin, Ending Capitalism or Ending the Crisis of Capitalism?, çev. Victoria Bawtree (Oxford, Birleşik Krallık: Pambazuka, 2011).
3. Samir Amin, Dünya Çapında Değer Yasası, çev. Brian Pearce ve Shane Mage (New York: Monthly Review Press, 2010), 135-44.
4. Bakınız Mathis Wackernagel ve William Rees, Ekolojik Ayak İzimiz: Reducing Human Impact on the Earth (Gabriola Island, Kanada: New Society, 1996); François Houtart, Agrofuels: Big Profits, Ruined Lives and Ecological Destruction, çev. Victoria Bawtree (New York: Pluto, 2010); John Bellamy Foster, Marx’s Ecology: Materyalizm ve Doğa (New York: Monthly Review Press, 2000).
5. Samir Amin, Eurocentrism, 2. baskı, çev. Russell Moore ve James Membrez (New York: Monthly Review Press, 2009).